GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (8)

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını; açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi]

Bir arkadaşımız seçimlerden bahsederek hâlâ eskisi gibi mi seçim olacak, buyurdular. Görüyorsunuz ki, hâlâ aynen eski usul caridir [yürürlüktedir], daha cari olacaktır. Arkadaşlar, o zamana kadar ki bütün millet fertleri sizin düşündüğünüzü düşünecektir. Bu seyahatim esnasında Bursa’ya giderken bir köy kahvehanesine girdim. Köylü ile orada kahve ve sigara içtik. Kendilerine sordum: “Sizin muhtarınız var mıdır?” “Var” dediler. “Nasıl seçersiniz muhtarı?” “Pazarlıkla” dedi. “Hangisi daha az para ile olursa onu seçeriz.” “E… muhtarın seçilmesi lâzım değil mi?” “Evet.” “Nasıl seçim yaparsınız?” “Köylü toplanırız; birtakım adamlar çıkar, derler ki, ben daha az para ile yaparım. Onun üzerinde ittifak ederiz.” Bu bir seçimdir ve muhtar seçiminin böyle olması lâzım geleceğine o köylü kanidir. Sebebi, köyün muhtarı olmak, o köyün, o mahallenin uşağı demektir.

Zira hükûmet, köyden veyahut mahalleden ne gasp etmek istiyorsa, köye veya mahalleye bütün vasıtalar, hükûmet ile ne gibi tecavüzler, taarruzlar yapmak istiyorsa, bunları yapabilecek olan, yol gösterecek olan muhtardır. Ve bu itibarla umumiyetle muhtar çok dayak yer. Ve bu itibarladır ki, köylünün namus erbabı [namus ve izzet sahipleri], böyle bir vazifeyi üstlenmek istemeyebilir. Zira bunun karşılığında dayak vardır. Dayaktan hâsıl olan acıyı telafi edecek şey de muhtarın köylüyü soymasıdır; diğer soyanlarla beraber. Kurtulabilmek için iki şey lâzımdır. Birisi ve en esaslısı evvela o köylünün muhtarın ne demek olduğunu ve muhtarın niçin seçildiğini bilmesi lâzımdır. Ve nasıl seçildiğini bilmesi lâzımdır. Bu, siyasî terbiye ile olur. İkincisi hükûmetin köylüye ve muhtara ve muhtar vasıtasıyla köylüye yapılmakta olduğunu bildiğimiz muamelelere son vermek lâzımdır. Bugünkü hükûmetimizin mahiyeti buna son vermiştir.

Fakat efendiler, itiraf etmek mecburiyetindeyiz ki, henüz Teşkilatı Esasiye’nin dokuz maddesi yapılmıştır. Dokuz maddesi de üç fikirden ibarettir. Bütün bunun delaleti ve şümulü memlekette henüz tatbik olunmamıştır. Halk hükûmetinden bahsettiğimiz zaman, henüz bir halk hükûmetinin memleketin her yerinde tesis olunduğunu söylersek büyük yalancılık etmiş oluruz. O zaman hiçbir şey yapılmamış olduğunu… daha birçok şeyler vardır ki yapılacaktır.

Bu manaları bütün açıklığı ve şümulü [kapsamı] ile memleketin içinde tatbik etmek lâzımdır. İşte bunun için millete siyasî terbiyeyi vermek lâzımdır. Siyasî terbiye vermek için mektepler mi açacağız; siyasî ilimler mi okutalım? İstediğimiz kadar okutalım veya Avrupa’ya gönderelim. İstedikleri kadar okusunlar. Hayır, olmaz! Ben düşünüyorum ki, böyle bir siyasî fırka her seçim dairesinin mebusunu ihtiva edecek olan böyle bir siyasî fırka başlı başına bir mektep hâlinde tesis olunmalıdır. Birlik ve dayanışma içinde, programı usulü dairesinde ve süratle takibe alışmış bir hâle getirilebilir. Ve her seçim dairesinin bu suretle siyasî terbiye alacak olan mebuslarının yol göstericiliği ile kendi seçim dairelerindeki bütün muameleler -bu bakımdan evvela muameleler- iyi hâle doğru sevk edilebilir.

Efendiler zannediyorum ki, çok beni dinlemek külfetine katlanıyorsunuz. (Estağfurullah sesleri) Ve daha çok zamanda görüşecek dertlerimiz vardır. Bir defa ile yüz defa ile birbirimizi tatmin edeceğimizi zannetmem. Onun için çok ve çok görüşmek mecburiyetindeyiz. Her fırsattan istifade ederek açık ve samimi görüşmek mecburiyetindeyiz. Bildiklerimizi, duyduklarımızı, gördüklerimizi çok açık birbirimize anlatmak mecburiyetindeyiz.

Biliyorsunuz ki umumiyetle böyle siyasî fırkalardan bahsedenler ve siyasî fırka yapmak sevdasında bulunanlar, çok şey yapacaklarını ve yapabileceklerini ve programlarının çok güzel olduğunu, milleti aldatmaktan çekinmeyerek söylerler. Bittabi bizim meslek ve meşrebimiz buna müsait değildir. Biz millete karşı, bilhassa millete karşı çok namuslu kalmak isteriz. Dolayısıyla yapmayı tasavvur ettiğim hususları arz ettiğim vakit, bunları yapabileceğime dair ilmen, fikren, kanaat ve tecrübe ile itimat ettiğim şeyler olduğunu kabul buyurunuz. Demin demiştim ki, şimdiye kadar yapılabilir dediğim şeyler yapılmıştır. Hadiseler bizi yalanlamadı. Bundan sonra da diyorum ki, yapılabilecek şeyler vardır. Ve dediğim şeyler, bu yapılacak şeylerin içindedir. Bunları dahi büyük bir muvaffakiyetle bu millet yapacaktır. (Alkışlar)

Ancak şimdiye kadar bütün teşebbüslerde bizi muvaffak eden hakiki sebebi hiçbir vakitte unutmamak ve onu daima ve daima tekrar etmek lâzımdır. O hakiki sebep, her şeyin yardımcı ve müzahiri [destekçisi] olacak olan milletin kendisidir. Yapacağız dediğim zaman benim yapacağımı zannetmeyiniz. Milletimizin yapacağını kastediyorum. Bunda kimsenin şüphesi kalmasın. (Alkışlar)

Son iki kelime arz edeyim. Sulh istiyoruz. Harbi, sulhu temin için yaptık. Mecbur ederlerse yaparız ve yapmaya muktediriz. Fakat böyle bir mecburiyet karşısında bırakmadıkları takdirde, böyle bir mecburiyetten millet kendini azade gördüğü dakikadan itibaren, yeni bir azim ve imanla memleketi, hayatını ve bütün mevcudiyetini en yeni, en zengin kisvelerle süsleyecektir, yüceltecektir. (Alkışlar, inşallah sesleri)

Bu devleti, yeni Türkiye Devleti’ni tesis eden bir aslî unsur vardır. Ve bu aslî unsur ile mesailerini birleştirmiş, talihini birleştirmiş unsurlar dahi vardır. Bu unsurlardan vatandaş da vardır. Başka başka din ve mezhepte bulunanlar vardır. Bu memlekete ve bu devletin hakiki dayanağına daima iyi, alicenabane hislerle mütehassis olmuş ve fiilleri ve hareketleri daima bu hissiyat dahilinde geçmiş bulunan ırkların aynı dinden olması şart değildir; mesela Musevi vatandaşlarımız gibi. Şüphe yok ki, Musevi vatandaşlarımız hiçbir vakitte bu memlekette olduğundan daha çok refah ve saadete malik olamazlar. Şimdiye kadar böyle olmuştur. Yeni Türkiye, bu suretle kendilerine daha çok güven verici olur. (Alkışlar)  Diğer unsurlar dahi, gayrimüslim unsurlar dahi mübadeleden sonra memleketimizde kalmış olacaklar dahi emin olabilirler ki, şimdiye kadar kapıldıkları teşviklerin ve kışkırtmaların artık bundan sonra hiçbir faydası, tesiri, hükmü olmadığını takdir eder ve tam bir sadakatle bu milletin içinde yaşamaya karar verirlerse, hiçbir vakitte bu millet tarafından kötü muameleye maruz kalmayacaklardır. İnsaniyetin icap ettirdiği bütün hususların kendileri hakkında tatbik edilmiş olduğunu göreceklerdir. (Alkışlar)

Efendim, çok mühim ve sevgili İzmir’imizin aziz halkıyla, hanımlarıyla, beyleriyle -deminki sözümü tekrar edeyim ve daima kolaylaştırıcı olacaktır, hanım ve beyefendileriyle- vuku bulan [yapılan]  bu hasbıhâlim [halleşmem, sohbetim]  bende çok güzel hisler uyandırdı. (Allah ömürler versin Paşam sesleri) Ancak sabrınızı da suiistimal etmiş olmak [kötüye kullanmak] istemem. Beni dinlemiş olduğunuzdan dolayı çok teşekkür ederim. Ve bundan sonraki millî gayemizi kolaylıkla elde etmekte bana vaat edeceğiniz yardım ve desteği, kuvvetli bir istinat [dayanak] dayanak noktası ve kalp kuvveti veren bir vaat olmak üzere kabul edeceğim ve yüksek heyetinize veda eyleyeceğim. (Sürekli alkışlar)

KAYNAKLAR:

Hâkimiyet-i Milliyei4 Şubat 1923, No: 730, s. 1, sütun: 1-6

Hâkimiyet-i Milliye, 5 Şubat 1923, No: 731, s. 1, sütun: 5-6

Hâkimiyet-i Milliye, 5 Şubat 1923, No: 731, s. 2, sütun: 1-6

Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı Beyaz, İstanbul, 2004, s. 198-282

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul 2005, s. 50-103

Uncategorized içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (7)

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Halk Fırkası]

Efendiler, memleket ve milletimizi hakiki halasa [kurtuluşa] kurtuluşa yetiştirmek için hepimiz anlıyoruz ki, çok çalışmak lâzımdır ve çok şeyler yapmak lâzımdır. Ancak bunu nasıl yapabileceğimizi de düşünmek mecburiyetindeyiz. Bu münasebetle sorulmuş olan bir soruya cevap vereceğim. O da, siyasî bir teşekkül veya Halk Fırkasına ait bir sorudur.

Birkaç ay evvel zannederim, gazetelerde bazı beyanatta bulunmuştum. Demiştim ki:

Sulhtan sonra Halk Fırkası [Partisi]  namı altında bir siyasî fırka yapmak tasavvurundayım ve bu fırkanın bir programını tespit edebilmek için, bütün millet fertlerinin, ihtisas, ilim ve fen erbabının kendi görüşlerini, mütalaalarını [fikirlerini]   bana yetiştirmelerini rica etmiştim. Ve bu beyanattan sonra hakikaten birçok raporlar, programlar, görüşler gelmektedir. Benim düşündüğüm şey, bütün bu görüşleri topladıktan sonra tasnif etmek ve ondan bir program çıkarmaktır.

Efendiler! Ben kendi kendime düşünür, bir program tespit eder ve derdim ki, işte benim programım şudur. Benimle hemfikir olanlar, buyursun beraber çalışalım. Ancak ben böyle yapmak istemedim. Çünkü böyle yapmanın hatalı olduğunu kabul ediyorum. Ben istedim ki, takip olunacak program, benim programım olmasın. Falanın veya filanın programı olmasın. Yani herhangi bir şahsın programı olmasın. Çünkü bir şahsın programı, en nihayet kendi şahsını ve kendi şahsıyla alâkadar olan, menfaattar olan insanlara şamil olabilir. Ben arzu ettim ki, millet kendi programını takip etsin ve ben arzu ettim ki, milletimiz herhangi bir nam altında olursa olsun, şunun ve bunun arkasından gitmesin. Yalnız kendi arzu ve iradesinin ve maksadının arkasından gitsin. Bunu temin etmek için mümkün olsaydı bütün vatandaşları bir araya toplamayı ve hiç olmazsa bütün mütehassısları bir araya toplamayı, onlarla büyük bir kongre hâlinde görüşerek böyle bir program vücuda getirmeyi çok arzu ederdim. Fakat buna maddi imkân tasavvur edemediğim için, bunu âdeta yazılı yapmak cihetini tercih ettim. O beyanatım yazılı bir kongreyi temin etmek maksadına atfedilmişti [yönelikti]. O program etrafında demiştim ki, bir Halk Fırkası yapacağım.

Arkadaşlar! Siyasî fırka telaffuz edildiği zaman kati olarak biliyorum ki, bütün vatandaşlarımız, kardeşlerimiz endişeli bir hisse haklı olarak mağlup oluyorlar. Çünkü şimdiye kadar hiçbir hakiki netice vermediği hâlde milleti birbirine çarpıştıran, muhalif gayeler doğuran fırkalar görülmüştür. Veyahut tahakküm eden fırkalar görülmüştür. Çünkü siyasî fırka demek, mevcut olanlara bakılacak olursa veya bakılarak ifade edilmek lâzım gelirse, her hâlde birtakım iktisadi menfaatleri, hayati menfaatleri temin etmek için çalışan teşekküller demektir. Umumiyetle içtimai heyetlerde menfaatler, heyetin bütün sınıflarına faydalı tasavvur edilmez. Bazı sınıfların menfaatleri başka istikamette, bazı sınıfların menfaatleri başka başka istikamettedir. Bunun üzerine şu veya bu milletin menfaatini temin etmek için onlara dayanmak, onları temsil ile mümkündür. Onlara dayanan bir fırka bulunabilir. Bunun karşısında kalan ve falan sınıfın menfaatlerini muhafaza için onlara dayanan ve onları temsil eden bir zümre bulunacaktır. Bunun üzerine fırka denildiği zaman bu milletin içinden şu veya bu sınıfı almak, diğer bir sınıfın menfaati aleyhine çalışmak… Hayır, ben böyle bir fırka yapmak tasavvurunda değilim…

Ben böyle bir fikirde değilim, dedim. Çünkü böyle bir fikirde bulunmaya bizim memleketimizde, bizim memleketimizin içinde esasen ihtiyaç yoktur. Zira tahlil edersek görürüz ki, menfaati yekdiğerine denk sınıflardan müteşekkil [meydana gelen]  bir halktan başka muhatap bulamayız.

[İçtimai ve İktisadi Sınıflar]

Bazı çok dikkatli arkadaşlarımızın tahlillerinden istifade ederek arz edeyim ki, bizim milletimize bakıldığı vakit evvela nazarı dikkate çarpan aslî kitle çiftçidir ve çobandır. Diğer bir arkadaşımızın şimdi dediği gibi, yüzde sekseni çiftçidir. O hâlde Halk Fırkası denildiği zaman bu aslî kitle kastedilmektedir.  Yalnız çiftçilerin ve köylülerin haklarını temin için diğer sınıfların aleyhinde olarak mı fırka yapacağız? Hayır… Köylünün düşmanı olabilecek olanlar kimlerdir? Çok çiftlikleri, geniş arazisi bulunan insanlardır. Hâlbuki arkadaşlar, bizim memleketimiz içinde böyle geniş çiftlik ve arazi sahibi olanlar kaç kişidir? Ve acaba mevcut olan geniş arazi ve çiftlik sahipleri derecesinde her köylüye arazi vermek için memleketimizin arazisi kâfi değil midir? Bunun üzerine bizim memleketimizde geniş arazi sahiplerinin başlı başına bir kuvvet, bir sınıf teşkil ederek menfaat takip etmesine imkân yoktur, onların mevcudiyet ve menfaatleri köylüden çok farklı değildir. Zira bir insanı köylü mertebesine indirmek değil, köylüleri bunların mertebesine çıkarmak lâzımdır. Ben bunları, köylünün, çiftçinin içinde farz ederim.

Sonra tüccar vardır, orta tüccar vardır, bir de zengin tüccarlar vardır. Telaffuz olunduğu zaman yekdiğerine karşı görünür. Hâlbuki bence öyle değildir. Yüksek tüccar, zengin tüccar dediğimiz zaman memleketimiz içinde kaç zengin adam vardır? Kaç milyoner gösterebilirsiniz? Kendi sermayesine yahut bir araya getirilecek olan sermayelere dayanarak bu memlekette kaç fabrika yapılabilir? Kaç liman yapılabilir? Hiçbir şey yapılamaz. Hani zengin, zengin dediğiniz adamlar? Emin olasınız ki, medeni milletlerin orta zenginlerinden de aşağı… Zengin tüccarla orta tüccar birbirinden ayrılmayacak kadar menfaatleri müşterek olan bir sınıftır. O da halkın içindedir.

Mesela ameleden bahsedilir. Bu memlekette, İstanbul’da, şurada burada olan ameleyi tamamen düşünecek olursak belki yirmi bini geçmez. Bu yirmi bin amelenin, emekçinin tarlada çalışan köylüden ne farkı vardır? Biz amelenin menfaati hilafına çalışmayı umum menfaatlere muhalif görürüz. Biz fabrikalar yapmak istiyoruz ve daha çok ameleye ihtiyacımız var. Biz eğer amelenin refah ve saadetini temin edecek tarzda esaslar koymazsak, bu zarar onlara değil, memlekete ve milletin umumi refahına aittir. Bu da bu halkın içindedir.

Sonra efendiler, aydınlar denilen insanlarla ulema denilen insanlar kalır. Bunlar, çiftçi değildir, tüccar değildir, amele değildir. Fakat mevcuttur. Gerek ulema ve gerek aydınlar, alelade başlı başına bir menfaat takip edebilecek hususi sınıf hâlinde tasavvur olunabilir mi? Bilakis, ulemanın ve aydınların yapacağı şey halkın içine girmek, kendilerine yol gösterici olmaktır. Bu tahlillerimle göstermek istiyorum ki, bizim milletimiz, baştan nihayete kadar yekdiğerinin menfaatine yardımcı ve yol gösterici sınıftan başka bir şey değildir. Sanatkârlar da öyledir. O hâlde öyle bir teşekkül olmalıdır ki, çiftçinin, tüccarın, sanatkârın, amelenin ve bütün milletin menfaatlerini düşünsün. Bütün bu menfaatleri temin edebilecek esasları koysun, onları işleyebilecek duruma koyabilsin. Hatta biz fırka namı kullanmaksızın dahi bu maksadımızı temin edecek bir teşekkül yapabiliriz. Yalnız bizi bundan men eden nedir? Şudur:

Biz tam istiklâl ve kayıtsız şartsız hâkimiyet umdelerine dayanan bir program takip edeceğiz. Ve bu programla memleketi mümkün süratle mamur etmek ve milleti mümkün süratle mesut etmek, zengin etmek için ne yapmak lâzım gelirse, tereddütsüz, şuna buna bakmaksızın, şu veya bu nazariyeye bakmaksınız, maddi olarak, hakiki olarak yürümek istiyoruz.

Bu noktada ufak bir itiraf yapmak lâzımdır. Bütün bunlara ve hatta esaslara karşı olanların mevcut olmadıklarını kabul edemeyiz. Hâlbuki bu karşı olanların, milletinin heyet-i umumiyesini [tamamını] bir vasat yapıp da onun üzerinde yürüyemeyiz. Kurtulmak için, bu karşı olanların hepsinin kafasını koparmak lâzımdır. Ancak bu millet bu sayede kurtulabilir. Bir şey vardır: Mademki bu istikamette yürümeye takatı olmayan insanlar vardır, onları tepelemek ve yürümek lâzımdır. Bu kadar azimle yürüyecek bir heyete elbette siyasî bir tavır vermek lâzımdır. İşte benim teşekkülünü lâzım saydığım Halk Fırkasının mahiyeti bundan ibarettir. Bittabi bu, bugün mevcut ve teşekkül etmiş değildir. Bugün mevcut olan bir şekil vardır ki, onun adına, biliyoruz ki, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti derler ve ben bu cemiyetin reisiyim. Bu cemiyet, bütün teşekküllerin, başta arz ettiğim teşekküllerin bir nam altında birleşmesinden hâsıl olmuş ve bağımsızlığı, hâkimiyeti kurtarmak için millete yol göstermiş ve tarihi vazifeler yapmış ve yapmakla meşgul bulunmuştur. Ancak bu bir cemiyettir. Bu bir siyasî fırka değildir. Bu cemiyete ayırmaksızın bütün vatandaşlar dâhildir.

Bütün vatandaşlar bu cemiyette üyedir. Hâlbuki yapılması tasavvur olunan şey, siyasî bir fırkadır. O hâlde bu siyasî fırka da bütün millete şamildir. Yalnız buraya dâhil olamayacaklar, dediğim esasları kabul istidadında bulunmayanlardır. Demek ki, bu umumi ve millî olan tarihi vazifeleri ifa ile meşgul olan teşekküller ile beraber bütün millî teşekküller el birliği ile çalışarak vücuda getirecekleri müşterek bir fırka olacaktır ki, ben onun ismine Halk Fırkası demeyi münasip görüyorum. 

[Ordu]

Bu fırka bütün halk sınıflarını mesut etmeyi gaye edineceği gibi, bu sınıflar içinde bir sınıf vardır ki, devlet, millet ve milletin bütün bu mesaisi ancak ona dayanmakla emniyetle yürüyebilir. O sınıf ordudur. Ordumuz, babalarına ve ecdatlarına lâyık fiillerin ve harekâtın kahramanı olmakla iftihar etmektedir. Sulh devresine geçtikten sonra da sükûtla geçecek millet işlerinde hiçbir endişeye maruz kalmamamız için bu orduyu şimdiye kadar olduğundan daha mükemmel bir hâle getireceğiz. Bu ise ancak ordu mensuplarının refahını, saadetini temin etmekle mümkündür. Hayat kaygısı içinde bulunan insanların- hayat dediğim zaman, askerler için- bahis konusu olan muharebede terk edeceği hayat değildir. Bizim askerlerimiz, bizim zabit ve kumandanlarımız, vatanı için ve milleti için muharebe meydanlarında tereddüt etmeksizin hayatlarını bırakırlar ve bunu yapmayı ararlar. (Alkışlar) Fakat icap ederse o ölüm gününe yetişebilmek için kat edeceği hayat mesafesi içinde insani ihtiyaçları vardır. O insani ve ailevi ihtiyaçları çok temin olunmalıdır ki, subay ve asker, diğer sınıflara oranla o işlerle en az meşgul olsun. Bunu temin etmek istemeyen bir millet en esaslı bir noktada gevşeklik göstermiş demektir. Hâlbuki her hususta hayatına kuvvet ve sağlamlık vermek isteyen ve buna karar vermiş olan milletimiz, elbette subaylarını ve askerlerini ve devlet makinesini işletecek olan bütün memurlarının hayatını en müreffeh bir hâlde bulundurabilmek için icap eden hususları teminat altına alacaktır. Ve teşkili tasavvur olunan fırkanın programında bu nokta en mühim noktalardan birisini teşkil edecektir. ·

Bazı milis subaylarının müşkülât içinde olduğunu söyleyen bir arkadaşımız vardı. Bizim ordumuzda milis subayı yoktur. Yalnız bu harekâtın başında fedakârlık, kahramanlık eden birtakım vatansever fedakârlar vardı. Bunlar ya subay idiler veya askerliğe mensup olmadıkları hâlde, sırf vatanperverane heyecanlarıyla askerlik etmişlerdir. Liyakatleri, kahramanlıkları icabı subaylık vazifesini dahi yapmışlardır. Arkadaşımızın milis subayı dediği bu nevi güzide insanlar olacaktır. Böyle memleket ve milletin en tehlikeli bir anında vatanperverliği azami derecede ortaya koymuş olan insanların hiçbir vakitte mükâfatsız kalmaması ve bilhassa sefalete maruz kalmaması lâzımdır.

Ancak bu gibi arkadaşlarımız, ya muntazam olarak teşekkül etmiş olan ordunun içinde askeri vazifesine devam edebilecek bir hâlde idiler ki, -ki onlar devam ediyorlar veyahut muntazam ordu teşkil olunduktan sonra muntazam subaylar heyeti işi üstlendikten sonra kendilerinin vazifesine nihayet verilmiş, yine ordunun muvaffakiyetleri için ve milletin selameti için lâzım gelen insanlardır-bunların sefalette bırakılmaları için hiç kimse bir şey düşünmüş olamaz. Her hâlde bunlar bu içtimai heyetin içinde ve memleketin içinde hayatını temin edecek iş bulabilirler. Ve ben çoklarını bilirim ki, bulmuşlardır. Fakat hakikaten sefalet hâlinde bulunanlar varsa, bunun sebeplerini tetkik etmek lâzım gelir. Ya unutulmuştur, müracaat etmemiştir veyahut tetkike değerdir.

Eğer bu gibi arkadaşlarımız memleket ve millete hizmet etmiş olmaktan dolayı büyük ve büyük mükâfatlar bekliyorlarsa ve bu mükâfat verilememiş ise, o da millet ve memleketin hâlindendir. Ve ben çok eminim ki, bu arkadaşlarımız hiçbir vakitte böyle hasis ve maddi menfaati düşünerek vatani vazifelerini yapmış değillerdir.

Arkadaşlar, milletten çok şey talep etmeye hakkımız yoktur. Millete vazife yapmaya mecburuz. Aç kalırsak çalışalım, nasıl yapmak lâzım gelirse öyle yapalım. (Alkışlar) Çiftçi olalım, çoban olalım, bakkal olalım efendiler. Ne yaptık sanki bu millete? Herhangi birimiz bu millete ne yaptık? En çok vazife yapmış olanlarımız ne yapmışlardır? Böyle bir his yoktur ve olmamalıdır. Hizmet eden, vazifesini, namus vazifesini yapmıştır.

Efendiler! Halk Fırkası, demin izah ettiğim gibi, adeta nasıl ki Misakı Millî, tam istiklalimizi elde etmek için ortaya konulmuş bir düstur ise, nasıl ki Teşkilatı Esasiye Kanunu’muz millî hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin elinde muhafaza etmek için konulmuş bir düstur ise, Halk Fırkasının programı da milleti bundan sonra mesut edebilmek ve sınıflarını ayırmaksızın mesut ve müreffeh etmek için ve memleketi mamur etmek için bir düsturun etrafında toplananlardan teşekkül edecektir. Hiç kimsenin hatırına gelmesin ki, bu siyasî fırka şu veya bu sınıfın menfaat vasıtası olacaktır. Hayır, Halk Fırkası bütün milletin saadetini elde etmeye mevcudiyetini hasredecek bir siyasî teşekkül olacaktır.

Ben bizzat böyle bir siyasî teşekkülün içinde bulunmak ve başında bulunmakla memlekete en büyük bir vazifeyi yapacağıma kaniim. Devletin başında, hükûmetin başında bulunmaktan daha mühim görüyorum böyle bir siyasî teşekkülün başında bulunmayı… Çünkü efendim, bizim milletimizin esaslı olarak bütün bu konuştuğumuz şeyleri yapabilmeye kendini kabiliyetli kılabilecek bir noksanı vardır. O da siyasî terbiyeden mahrumiyetidir. Millet siyasî terbiye almalıdır. İşte meclis olmadığı zamandaki hâlimiz ve meclis olduktan sonra da bizi düşündüren manzaraların tamamı, esasen millette siyasî terbiyenin lüzumu kadar olmamasından ileri gelmiştir.

Uncategorized içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (6)

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Maarif İşleri]

Bir arkadaşımız sormuştu -muallim beylerden birisi olacaktır-, yeni maarifimiz nasıl olacaktır? Efendiler! Maarifimiz şöyle olacaktır ve böyle olacaktır diye izahlara girişmek, ekseriya insanı hayali bir istikamette beyhude yürütmekten başka hiçbir şeye yaramaz. Çünkü hiçbir şeye yaramamıştır. Geçmişte milletin maarif işlerini deruhte edenler [üstlenenler], neler yapmıştır? Bir an düşünelim. Hiç şüphe etmem ki, çok parlak programlar yapmışlardır. Çünkü âlim dimağlar ve çok fen sahibi insanlar yetiştirmek için işe yarar zannolunan programların kâffesini [tamamını] bu memlekette tatbik etmek istemişlerdir. Bunun neticesi dahi, bu çalışma tarzının neticesi dahi başlı başına bir sebep teşkil eder. Memleketin harabe hâline gelmesi, memleketin fakir ve cahil kalması için verilen tahsil o mahiyette idi ki, hiçbir işe yaramadığı gibi, bir süs dahi olamıyordu. Netice alınmıyordu. Nihayetinde bir süs olarak alınıyordu. Bu süs olarak alınan ve verilen tahsil memleketin her tarafında münevverler, kabiliyetli ve faal insanlar yaratmaktan ziyade, bütün bu gibi kabiliyette bulunan insanları memleketten uzaklaştırmaya yardım etmiştir. Dimağını böyle hayali şeylerle süsleyen insanlar, köyünü, kasabasını, anasını, babasını her yeri unutmuşlar, o süsleri satabilecek parlak yerler aramışlardır.

Onun için maarif nasıl olmalıdır sorusuna bendenizin vereceği cevap, iktisadiyatın talep edeceği gibi olmalıdır. Yani çalışmak için muhtaç olduğumuz şey nedir? Onu yapabilmek için ne öğreneceğiz. İstiyoruz ki, çiftçiyi yükseltelim. O hâlde çocuklara o suretle malumat verelim ki ve o surette yetiştirelim ki, bir tarafta mektepte okuduğu şeyin, anasıyla babasıyla temas ettiği zaman, tarlasına gittiği zaman yapılmakta olduğunu görsün. Yalnız bir farkla; kendisi, anasının ve babasının yapmakta olduğunun yetersiz olduğunu ve daha iyisinin şöyle ve böyle olacağını mektepte öğrenmiş olsun. Mesela, sanatkâr istiyoruz, kunduracı istiyoruz, terzi istiyoruz, her şeyi istiyoruz. Hayır, bunları öğrenmek lâzım değildir ve bunları öğrenmek ziynetli [süslü] bir şey değildir, denmiştir. Sanatkâr yoktur memleketimizde. O hâlde mekteplerimizde öyle şeyler öğretelim ki, pabuç nedir, nasıl yapılır, öğrensin. Elbise nedir ve lâzım mıdır, nasıl yapılır, öğrensin. Sonra bu kadar sahillerimiz vardır. Birtakım şeyler oluyor. Vapurlar geliyor, gidiyor. Ticaret denilen bir şeyler oluyor. Fakat çocuk onları bilmez ve öğrenmemiştir. O hâlde öyle bir şey öğretelim ki, bu memlekette en çok lâzım olan şeyi öğrenmiş olsun.

Şunu demek istiyorum ki, hayat için lâzım olan şeyleri muvaffakiyetle, sürat ve kolaylıkla istihsali [elde etmeyi] bilmemiz iktiza eden [gereken] şeylerin tamamı, maarif programımızı teşkil etsin ve öyle olacaktır. Yani umumi cehaleti yok etmeye çalışacağız. Teferruata girişmek istemiyorum. Tabii bunun için gazetelerimize, matbuatımıza büyük cereyan ve faaliyet vermek lâzımdır. Fakat bu da kâfi değildir. Bütün hocalar ve hacılar, herkes rast geldiği yerde dindaşlarını, ırktaşlarını aydınlatmayı millî bir vazife bilmelidir. İlk tahsilden itibaren hakiki ihtiyaçları karşılayacak tarz takip olunmalıdır ki, yetişecek olan çocuk yalnız nazari olarak kalmasın. Faaliyet hayatında faydalı olsun, faal olsun. Tabii orta tahsilde dahi aynı şeyi takip etmek lâzım. Fakat bugünkü medeniyetin talep ettiği seviyede varlık gösterebilmek için tabii yüksek ve bizim kuvvetimizin icap ettirdiği milliyet derecesinde insanlar yetiştirmek lâzım. Yüksek meslek erbabı yetiştirmek lâzımdır. Bunlar için icap eden her türlü ilim ve tedris evleri yapılacaktır ve bittabi yapılmalıdır. Bu dediğim şeyler bir maarif programı çizebilir. Fakat ben bu dakikadan itibaren kati olarak şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır demek istemiyorum. Biraz sonra bunun sebeplerini izah edeceğim.

[Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi]

Bir de o arkadaşımız harstan[kültürden]bahsetmişlerdi. Efendiler! Bütün bu dediğim şeylerde muvaffak olmak ve muvaffakiyetleri sebatla ve selametle yürütebilmek için kuvvetli seciye sahibi olmalıdır. Bizim kuvvetli seciyemiz tabii millî seciyemizdir. Daima ve daima bu millî seciyemizi yükselmek, muhafaza etmek lâzımdır. Belki bu ifadeden milliyetperverlik çıkar. O çıkar. Ancak bunu diğer vatandaşlarımızın, yani bütün vatandaşlarımızın birbirine karşı kötü yorumlamasına mahal yoktur. Zira Türkiye halkı denildiği zaman, biliyorsunuz ki, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen ve dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelmiştir. Bunların içinde ırkan muhtelif olanlar vardır. Fakat muhtelif ırkta bulunanlardan birinin diğeri üzerinde onun milliyetini mahvedecek bir davada bulunmasına hacet yoktur. Fakat her biri için ayrı ayrı olduğu gibi, Türkler için de daima sadık kalmak, millî seciyelerini yükseltmek, bütün teşebbüslerinde bu sağlamlığı göstermek lâzımdır. (Alkışlar) Bu noktada gevşeklik, büyük felâketlerin sebebi, müessiri olur.

Nitekim şimdiye kadar olmuştur. Milliyet hissi, başlı başına bir içtimai heyette kuvvet ve sağlamlık kazandıran ve hayat kabiliyetini genişleten bir keyfiyettir. Bunda cahil olan, bunda gafil olan insanlardan meydana gelen bir içtimai heyet, bir ırk çürümeye mahkûmdur ve böyle bir heyetin içinde zaten lüzumu kadar sağlamlık ve kuvvet olamaz ve böyle bir heyet ve böyle bir millet devlet yapamaz. Açık söyleyelim ki, Türkler bu noktadaki gafletlerinin çok cezalarını görmüştür. Bu gafletin dahi sebebi, bu gafletin dahi müsebbipleri, hırs ve şanını tatmin etmek için milletin hâkimiyetini gasp etmiş olan insanlardır. Mesela Osman Gazi, bir devlet tesis etmiştir, bir kurucudur. Bu itibarla büyük bir tarihi şahsiyettir. Fakat benim nazarımda ırkî ve aslî unsuru -ki kendisine o devleti yaptıran milleti- mahvetmek için âdeta yaratılmış bir insandır. Zira her şeyi unutmuştur. Bir mevcudiyeti kendi ismi içinde boğmak istemiştir. Ve böylece Osmanlı Milleti diye tabii olmayan, makul olmayan bir millet yaratmak istemiştir. Bunun neticesi ne oldu?

Efendiler! Aslî unsur bu ismin fedakârlığı altında hakikaten benliğini unuttu. Fakat buna mukabil aynı ismin benliğini unutmadı. Belki her gün ve her gün biraz daha takviye etti. Gaflete sapmış olan Türkleri çiğnediler, ezdiler ve kovdular. Ben mektepten erkânıharp yüzbaşısı olarak çıktığım zaman, itiraf ederim ki, böyle bir fikir bende yoktu. Orada bir süvari bölüğü kumandanlığına tayin ettiler; geçici olarak staj yapmak için. Arabistan’da bulundum. Oradaki askeri kıtaların çoğu ora halkından mürekkepti [meydana gelmişti]. İlk defa olmak üzere kışlaya girerken kapısında bekleyen neferlerden birine dedim ki: Miralay bey burada mıdır?Naam seyyidi“[evet efendim] dedi. Ben zabitim, karşımdaki neferdi. Benim sözümü anlamadı ve bana kendi lisanından başka bir lisanla cevap vermek istemedi ve vermedi. Bu ufak vakayı ikinci bir vaka takip etti. Bölüğü teslim aldıktan sonra talimhane meydanında onları yetiştirmek için söz söylüyordum, talim ettiriyordum. Onlar alık alık benim yüzüme bakıyorlardı. En nihayet bir arkadaşım geldi ve dedi ki: Onlar senin lisanından anlamazlar, sen Arapça öğren de, bunları öyle öğret. Bu ve bunu takip eden misallerle yavaş yavaş bir şey anlamaya başladım.

Bir şey hatırlatayım. Biliyorsunuz ki. Makedonya’da nihayetsiz [sürekli]  sürekli mücadeleler oluyordu. Türkler, Bulgarlar, Sırplar vuruşuyorduk. Niçin vuruşuyorduk? Ben o zaman bilmiyordum ve o zaman benim gibi birçokları da bilmiyordu. En çok çarpışanlar, en az biliyordu. Hakikatte onlar, milliyetini izhar [göstermek]  ve mevcudiyetlerini ispat için çalışıyorlardı. Biz de onlara diyorduk ki: Canım hepimiz Osmanlıyız, aramızda fark yoktur. Susmadıkları için tepelemeye çalışıyorduk. En nihayet onlar bizi tepelediler ve bizi kovdular.

Onun için vereceğimiz kültür bu noktadan olacaktır. Çocuklarımız bileceklerdir ki, milliyetimize ve onun muhafazası için lâzım gelen şartlara düşman olanlarla nihayete kadar mücadele edeceğiz. (Alkışlar) Çocuklarımızı öyle yetiştireceğiz ki, bu mücadeleye hakikaten kabiliyetli olsunlar. Bu mücadelenin dayandığı her türlü cihazlara [donanıma]  sahip bulunsun. Ve buna katiyen emin olalım ki, bu suretle cihazlanmamış olan içtimai heyet bugünkü mücadeleye karşı duramaz. (Alkışlar) Bu maarif bahsinde benim söyleyeceğim sözlerin hepsini hepiniz söyleyebilirsiniz. Bizim burada hepimizin söyleyeceğimiz sözleri, çok zamandan beri çok insanlar söylemiştir. Onun için sözden ziyade fiilen yapmaya teşebbüs edeceğiz. Ve fiili teşebbüslerimizin neticeleriyle, arzularımızı, maksatlarımızı ve görüşlerimizi ifade ve ispat edeceğiz.

Bilhassa köylüler hakkında çok heyecanlı olarak ve haklı olarak heyecan gösteren arkadaşımızın sözlerine cevaben arz edeyim ki, köylüyü yetiştirmek için böyle sözlerden, kitaplardan ve mekteplerden ziyade, köylünün gözle görebileceği şeyleri vücuda getirmek ve bir an evvel göstermek lâzımdır ve onu yapacağız.

[Medreseler, Vakıflar]

Bir de “medreseler ne olacak?” dendi. Müsaade ederseniz bu noktayı da ifade edeyim. Öteden beri hepimizin işittiğimiz ve az çok mütehassis olduğumuz [duygulandığımız]   bir şey vardır; o da bu gibi meselelere temastan [değinmekten] kaçınmamızdır. Ve bu temas, dine tecavüz mahiyetinde telakki olunur [anlaşılır]. Derhâl bir mukavemet ve bir mukabeleye [karşı koymaya]  maruz kalırız. Ne için ve neden dolayı? Medreseler ne olacak, evkaf [vakıflar] ne olacak dersiniz? Derhâl bu mukavemete maruz kalırsınız. Ne için? Ve bu mukavemeti yapanların ne hak ve salahiyetle bunu yaptıklarını sormak lâzımdır. (Alkışlar)

Arkadaşlar! Bizim dinîmiz İslâm dinî, en makul, en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için makul olması lâzımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lâzımdır ki, öyledir. O hâlde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, mahsus [özel] bir sınıf hâlinde mevcudiyete hiç kimsenin hakkı yoktur. (Alkışlar) Kendisinde böyle bir hak, bir sıfat görenler, muhakkak şer’i hükümlerin aslına muhalif hareket etmiş olurlar. Çünkü biliyorsunuz ki, bizim dinîmizde ruhbanlık yoktur. (Alkışlar) Bizim dinîmizde ilmin ve faziletin istisnasız kazanılması vardır, tahsili vardır ve tatbiki vardır ve kimse bundan müstesna tutulmamıştır. Bunun üzerine hepimiz müsavi [eşit] olarak din ne ise, hükümleri ne ise bunların hepsini öğrenmeye mecburuz ve öğreneceğiz.

Bence bahis mevzuu [söz konusu]  olacak şey, ayrı ayrı medrese ve ayrı ayrı mektep değildir. Millete dinîni, imanını, bütün insani ihtiyaçlarını vermek için bir yer vardır ki, ona mektep derler. İsterseniz medrese diyelim. Fakat ona başka, ötekine başka bir şey demeyelim. Başka bir şey olmaz. Bir tane olur ve o hakiki bir millet yetiştirecektir ve İslâm yetiştirecektir. Bu soruyu soran arkadaşımızın fikrine ben de iştirak ediyorum. Hakikaten efendiler, bizim bugünkü medreselerimiz, vaktiyle medreseler yapıldığı zamandaki hâlinden çok uzaklaşmıştır. Size bir iki misal söyleyeyim:

Benim gördüğüm gibi, siz de her zaman görürsünüz. Mesela Akşehir’de –tasrihen [açıklamak üzere]  söylüyorum- mektepleri dolaştığım sırada orada mevcut olan en iyi bir medreseye girdim. Ancak benim medreseye yöneldiğim anlaşıldığı sırada çarşıda, pazarda, dükkânda, şurada burada birtakım insanlar, genç adamlar derhâl medreseye geldiler. Bunları kolaylıkla ayırdım. Çünkü zahiri kisveleri ulema kisvesi idi; cübbeleri ve sarıkları vardı. Hâlbuki ben onlardan evvel medreseye girdim ve kapıyı kapattım. Baktım ki medrese bomboştur. Yalnız birkaç efendi, birtakım odalarda çok sefil ve perişan bir hâlde oturuyorlar. Kimisi fasulye pişiriyordu, kimisi yatıp uyuyordu. Sordum birisine.

Ne yapıyorsun burada? Dedi ki,

Maksud okuyorum.

Ne demektir maksud?

İsmi meful, dedi. (Gülüşmeler) Aradım ve dedim:

 –Burada hoca yok mu? Bir müdür yok mu? Bir intizam yok mu?

Var, dediler.

Efendim, Müftü buradadır, ders vermekle meşguldür. Dedim:

 –Bunlar tembel olacaklar, dersten kaçmışlar.

Hakikaten Müftü Efendi bir odada talebesine ders veriyordu. Küçük bir oda idi. Talebe yere oturmuş, kendisi de yere oturmuştu. Siyah bir küçük tahtada Arapça birtakım şeyler yazılı idi. Dedim:

Ne ile meşgulsünüz?” Dedi ki:

Arapça öğretiyorum. Sordum müftü efendiye:

Bu efendi Arapça bilir mi?

Hepsi bilir, dedi.

Sen bilir misin Arapça? Dedim.

Tabii, dedi.

O hâlde ben size bir şey sorayım ki, siz tercüme ediniz.

Gerçi ben Arapça bilmem, fakat Arabistan’da bulunduğum için anlayabiliyorum, Müftü Efendi’den daha çok biliyorum Arapçayı. (Gülüşmeler) Baktım, yokladım, bir şey yoktur.

Neden böyledir?

Müftü Efendi dedi ki:

Bu efendi yeni gelmiştir. Şunları da askerden yeni getirebildik.

Şu ve bu, nihayet bu kadar.

Rica ederim, sen de bilmiyorsun, dedim.

Doğru, dedi. Talebe bilirse neyi bilecektir. Yani en nihayet Arapça lisanını öğrenecektir. Ben:

Bu Arapça lisanını öğrenmek için Suriye’ye, Arabistan’a gönderelim, Arapça öğrensinler. Fakat bütün medreselerimizde anlamayan, anlatamayan kimselerin böyle faydasız şeylerle meşgul olmasına mahal yoktur. Yani bu milletin evlatları bu kadar çok zaman sarf etmeye salahiyettar değildir. Az zamanda çok şey öğrenmek ve çok şey yapmak mecburiyetindeyiz, dedim.

Müftü Efendi:

Tamamen sizinle hemfikirim. Fakat öteden beri adet olmuş, böyle gidiyor, dedi.

Diğer birçok gördüğüm misallerle anladım ki, bugün medreselerde muhtaç olduğumuz ilimler ve fenler vesaire verilemiyor. Yani yanlış bir program üzerinde çok meşgul olunuyor. Bence bir defa her Müslüman, İslami hükümleri bilmeye mecburdur. O hâlde mekteplerimizde zaten İslami hükümleri öğreteceğiz. Lâkin bunun haricinde ve üzerinde nasıl ki doktor, mühendis yetiştiriyor, ilmi [yüksek] meslekler erbabı yetiştiriyorsak, tabii dinîmizin bütün hakikatlerini ve felsefesini hakkıyla bilen âlim insanlara ihtiyacımız var. Fakat emin olalım ki, bu insanı medresenin odasından çıkaramayız ve yetiştiremeyiz.

Daha evvel çok şeyler vardır bilinecek. İlmin, fennin ve hayatın gerektirdiği çok şeyler vardır. Onların hepsini öğrendikten sonra asıl, dinin esaslı hükümlerine geçmek lâzım gelir. Çünkü o zaman ancak insanda öğrenmek kabiliyeti artabilir. Böyle yapmak lâzımdır. Böyle yapılmamak yüzünden ne oluyor biliyor musunuz’? Demin arz ettiğim gibi, bizim dinîmiz tabii bir dindir. Aklın ve her şeyin gördüğü ve keşfettiği şeylere uyar. Fakat onları bilmek şartıyla. Onları bildikten sonra, dinin felsefi hükümlerini bilmek şartıyla. Eğer biri diğerinden ayrı olursa biraz müşkülat olur ve yanlış anlama olur.

Bir gün bir camide tesadüf ettim. Ulema kisvesi giymiş bir zat vaaz ediyordu. Bu vaiz, birtakım ejderhalardan bahsediyordu. Yeraltı ejderhalarından bahsediyordu ve denizlerdeki ejderhalardan bahsediyordu ki, bugünkü ilim ve fennin kabul edemeyeceği bir şekilde. Hâlbuki ilim ve fen bilindikten sonra belki aynı noktayı izah ve tefsir etmek isteyen insan bir netice çıkarabilir ve o netice herkes tarafından kabule mazhar olabilir. Bu itibarla ben şu fikirdeyim ki, milletimizin, memleketimizin, devletimizin ilim ve irfan merkezleri bir olmalıdır ve bütün memleket evladı, oradan, dinini, ırkını, memleketini, hakiki ihtiyaçlarını, yükselme vasıtalarını öğrenerek kadınlar ve erkekler beraber çıkmalıdır. Ve aynı zamanda dinimizin yükselmesi için, her şeyimizin yükselmesi için, yüksek meslek erbabı sırasında dünyanın en yüksek âlimlerini yetiştirecek tedbirleri göz önüne alalım. Mesela Arapça bilmeyen bir insan bütün din ilimlerini Arapça lisanıyla öğretecek ve Nasara-Yensuru… Bilirsiniz ki, bunu hepimiz okuduk ve senelerce okudum, hâlâ öğrenemedim ve benim öğrenemediğimi medreselerde okuyanlar da çok iyi bildiklerini iddia edemezler. Hâlbuki maksat yalnız lisan öğrenmek değildir. Belki din ilimlerine ait tetkiklerde bulunabilmek için Arapça bilmek zaruretinden dolayı o lisanı öğrenmiş bulunuyor. Fakat o kitaplar Türkçe bulunsaydı, bence hiç Arapça öğrenmeye ihtiyaç olmayacaktı. Hatta dinî tetkiklerde bulunabilmek için Fransızca bilmek lâzımdır, İngilizce bilmek lâzımdır, Almanca bilmek lâzımdır.

Efendiler, muhterem ulema! Çok iyi bilelim ki, bizim dinîmizi bizden daha çok tetkik eden onlardır. Bugün biliyoruz ki, Garp’ta dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, onu arz edeyim.

Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi bahis mevzuu olabilir. Bittabi [tabiatıyla] biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu imanı, nurlandırmak [nurlandırmak] lâzım, güzel ve iyi olmak lâzımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz. (Alkışlar)

Uncategorized içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (5)

(2 Şubat1923)

Efendiler! Biliyorsunuz ki, bizde bir kanaat meselesi vardır. Kanaatkâr olmak nazariyesi vardır. Bu çok yanlıştır. Bu nazariye, haddizatında [aslında], delalet ettiği manadan uzaklaştırılmıştır. Kastedilen, anlaşılan ile bağdaşmaz. Kanaatkâr olmak demek, fakir olmak, az şey ile yetinmek demek değildir. Bunu bir tarafa bırakalım. Diğer taraftan bunu çürüten bir şey daha vardır. İnsanlar çok çalışmaya mecburdur. Niçin çalışacak? Gaye, hayatın gerektirdiği her şeyi tedarik etmek ve en iyi tarzda tedarik etmektir. Bu ise zengin olmayı hedef tutmakla mümkündür. Bir insan ve bir içtimai heyet zengin olacağım dediği zaman, ne kadar çok şey lâzım olduğunu görecek ve onların her birini ayrı ayrı tedarik edecek, en iyi vaziyete, mükemmel bir vaziyete ulaştırmak mecburiyetini duyacaktır. Bunu şiar edinelim. Milletimizi zengin etmek lâzımdır. Kuvvetli kılmak için… Zengin olan muvaffak olur. Bu millet, muvaffak olmak istiyorsa zengin olacaktır. Kanaatkârlıktan bahseden insanlara -ki hepimizin kulağına fısıldadıkları- mütalaa tarzlarının yanlış olduğunu avazımız çıktığı kadar bağıralım. Çünkü böyle hareket etmezsek, çünkü o miskince tasavvurların tatbikatına koyulursak, o zaman en miskin vaziyette kalırız. Ve bu kadar miskin vaziyette kalan insanlar da, ali insanlardan meydana gelen içtimai heyetler karşısında yalnız uşak olmaya mahkûm kalır.

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Dış Münasebetlerimiz]

Arkadaşlar! Bu bahse ara verebilmek için diğer bir arkadaşımızın dahi sorusuna cevap vermek lâzımdır; o da Rusya ile vaziyetimiz, münasebetimiz nedir vesaire?

Efendiler! Rusya ile bugün mevcut olan umumi münasebetimiz tamamen dostanedir ve samimidir. Bu samimiyetin bozulduğuna veyahut esasen mevcut bulunmadığına dair şayialar yok değildir. Fakat bunların hiçbirisinin aslı esası yoktur. Çünkü Türkiye ile Rusya’nın münasebetleri zaman zaman hâsıl olan, değişen, sönen hislere bağlanmış değildir. Hakiki düşüncelere, hakiki görüşlere ve tabii sebeplere dayanmaktadır. Ve bu sebepler ve şartlar o kadar tabii ve kuvvetlidir ki, ne Türkiye’de ve ne de Rusya’da şahsi siyasetler yapmak isteyenler -ki bu siyasetleri ve bu esasları ihlale yönelik olan siyasetler demek istiyorum- katiyen muvaffak olamaz. Ve nitekim huna teşebbüs edenler olmuştur. Bu gibi hususi ve mahdut teşebbüsler daima sönmeye ve bertaraf edilmeye mahkûmdur. Çünkü iki milletin görüş ve kanaat hasılaları [neticeleri] yekdiğerine temas hâlindedir. Bu hasılaların temadisini [sürmesini, sürekliliğini] esasen o hasılanın içinde cüziyat [az]  kabilinden olan hususi görüşler ihlal edemez [bozamaz].

Türkiye ile Rusya arasındaki münasebetler her gün daha ziyade esaslaşmaktadır ve daha çok esaslaşacaktır. Arkadaşımızın sorusundan ufak bir endişe duydum. İhtimal yanılmıyorum, endişe şu noktada görüldü: Yani Rusya ile dostluğumuz yok ise veya bozdurulursa; diğer taraftan da İngiltere’nin takip ettiği görüş bilinmektedir. Bunun üzerine böyle bir vaziyet içinde biz ne yapabiliriz, ne olacağız’?

Arkadaş ve arkadaşlar! Sizi temin ederim ki, hiç korkmayınız. Biz bütün dostluğumuz ile beraber, Rusya’ya dayanarak yürüyen bir millet değiliz. Başlı başına yürüyen bir milletiz. Kati olarak arz ediyorum ki, bu millet, İngiltere’den korkmaz efendiler! Eğer İngiltere bu milleti korkutmakla şu veya bu istikamete döndürmeye çalışmak hevesinde ise -ki bugüne kadar öyle idi- bundan çabuk dönsün, lâzımdır. Çünkü takip etmek istediği istikamete kendisi bizzat dâhil olmuştur. (Yaşasın sesleri, alkışlar) Milletimiz namusludur. Namuslu muhataplar ister. (Yaşa sesleri ve alkışlar)

Umumi siyasî vaziyeti tamamlamak için belki hatırınıza gelir, Fransızlarla ne hâldeyiz? İtalyanlarla ne hâldeyiz? Diğerleri ile ne hâldeyiz? Kısa cevaplarla arz edeyim. Fransızlarla malum bir anlaşmamız vardır. Fakat Fransızlar da Lozan Konferansı’nda İngilizlerle beraber ve hem de tamamen beraber olarak yürümüştür ve yürümektedir, efendiler. Bilhassa kapitülasyonlar meselesinde onlardan daha ileri gitmişlerdir. (Kahrolsunlar) İtalyanlar da öyledir. Kapitülasyonlarda en son ısrar edenler İtalyanlar olmuşlardır. Henüz sarih [açık] bir şey ifade etmek istemiyorum. İnşallah ümit etmek istiyorum ki, yakında bu menfi gördüğümüz zihniyetleri değişir ve hakikaten insan gibi düşünürler. Hak nedir? Adalet nedir? Takdir ederler. Karşımızda korkutmakla, aldatmakla yürüyen değil, bilakis, namusluca muhatap bulunmakla iş hâllolunur, bir millet olduğunu takdir ederler. (Alkışlar) Arkadaşlar, sulhu elde edebilmek için, -fakat daima benim dediğim manada, çünkü bunu kötüye yoranlar vardır-zannediyorlar ki, bizim milletimiz bezgin bir hâle gelmiştir. Her ne olursa olsun sulh yapmak istiyor. Güya hükûmet heyeti veya oradaki murahhaslarımız, milletin hakiki arzusu hilafında olmak üzere, şöyle böyle şeylerle uğraşıyorlar… Hayır, öyle değildir. Siz milletsiniz ve söyleyiniz, çok ciddi olarak söyleyiniz. Bu sebepler ve şartlar dâhilinde sulhu kabul eder misiniz? (Hayır, sesleri) Bittabi [tabiatıyla] hükûmet bütün imkânlara başvuracaktır. Hiçbir vakitte lüzumsuz harbe girmek istemeyecektir. Bir gün işitirseniz ki harp hareketi başlamıştır, bilesiniz ki, bunun yegâne, hakiki ve kati mesulleri muhataplarımızdır. Biz hiçbir vakitte o mesuliyetin sahibi olmayacağız. Perdesi, şekli, rengi ne olursa olsun, herhalde mesul onlardır. Esasen şimdiye kadar da onlardı ve ne olursa yine onlar olabilir.

Arkadaşlar, bu millet ve ordusu, esasen Misakı Millî muhteviyatını kuvvetiyle ve teşebbüslerindeki muvaffakiyetleriyle maddeten elde etmiştir. Bundan sonra bahis mevzuu [söz konusu] olan şey, bizi imha etmek isteyenlerle iyi münasebetlere girmektir ki, o münasebetler bizim kadar onlar için faydalıdır. Er geç o da olacaktır. Mutlaka sulh olacaktır.

Arkadaşlar, artık medeniyet dünyasının, medeniyet dünyasının bu kadar nefretlerle dolu fikirlerin müessiri [tesir edeni, iz bırakanı] olmasına ihtimal veremiyorum. Ve hakikaten görülüyor ki, bütün memleketlerin halkları, hatta İngiliz milleti samimi olarak sulh istiyor. Ancak bu milletlerin hakiki arzularının hâsıl olamaması [elde edilemeyişi], o milletleri sevk ve idare eden ve o milletleri temsil eden insanların o milletlerle aynı kanaatte, fikirde, histe ve görüşte bulunmamalarındandır. Yani milletlerinin hakiki arzularının tercümanı bulunmamalarıdır. Fakat böyle bir şekil ilelebet devam edemez. Milletler, hakikatlerin icap ettirdiği hareket hattını, siyaset yolunu kendi adamlarına kendi siyasî ricaline takip ettirecektir.

Belki, Balkanlar vaziyeti de hatırınıza gelebilir. Biliyorsunuz ki, Balkanlar dâhilinde mevcut hükûmetlerden biri müstesna olmak üzere -Yunanlılar müstesna olmak üzere- Yugoslavya ile Romanya ve Bulgaristan ile alışverişimiz yoktur. Bizce temenni olunur ki, onlarla dost olalım. Onlar bizimle dost olsunlar. Türkiye’nin dostluğu onlar için çok faydalıdır. Ve bu memleketlerde Türkiye’nin dostluğunun kıymetini takdir edenler vardır. Fakat gariptir, her yerde olduğu gibi, güzel ve büyük hakikatler ve kanaatler, biraz müşkülat göğüslenmedikçe tatbik sahası bulamıyorlar. Balkan hükûmetlerinin fiilen düşmanımız olanlarla birleşip aleyhimizde tasavvur ve harekâtta bulunabilmeleri de bazılarının hatırına gelebilir. Bundan da katiyen endişe etmeyiniz. Esasen buna çalışanlar olsa bile muvaffak olmaları güçtür. Eğer muvaffak olurlarsa, bu muvaffakiyet rolör [rol sahibi] olanlara, yani fail olanlara ait kalır. Fakat buna rıza gösterenlerin nihayete kadar zarar göreceklerine hiç şüphe edilmesin. (Alkışlar) Esasen böyle tasavvurun fiile dönüşmesi bizim üzerimizde asla ve asla hiçbir tesir yapamaz. (Alkışlar) Bizim hedefimiz gayet açıktır. Ve bizi oraya yetiştireceğine emin olduğumuz istikamet, çok doğru ve haklıdır. Biz ne olursa olsun o istikameti takip edeceğiz. Ve mutlaka o hedefe ulaşacağız. (Alkışlar)

[Milli İktisat ve Kalkınma]

Arkadaşlar! Diyorum ki, maddeten muvaffak olduk. Usulen ve resmen muvaffakiyetimiz mutlaka ifade olunacak… Fakat nede muvaffak olduk? Neye muvaffak olduk? Eğer bütün bu mesai [çalışma] ve fedakârlık ve azim, rehavet içinde [insan gibi yaşamak] için ise hiçbir mana ifade etmez. Kabul etmek lâzımdır ki, asıl kurtuluşa ulaşmak, mücadeleyi tatil etmekle değil, ilelebet mücadeleyi devam ettirmekle mümkün olacaktır.

İçinizde zan ve farz eden bulunmasın ki, harp ve düşmanca hareketler son bulunca işler bitmiştir. Hayır… Hakiki mücadele ve belki daha güç mücadeleler o zaman başlayacak. Bu suretle muvaffak olunacak, hakiki kurtuluş temin edilecektir. Arkadaşlar! Geleceğe ait mücadele safhaları çoktur ve geniştir. Bütün bu çok kelimeleriyle ifade etmek istediğim şey, aslında bir kelime ile ifade edilebilir. Millet fakirdir. Millet zengin olmak mecburiyetindedir. Milletin zengin olması demek, her türlü meseleleri halletmiş olması demektir. (Alkışlar)

Efendiler! Biliyorsunuz ki, bizde bir kanaat meselesi vardır. Kanaatkâr olmak nazariyesi vardır. Bu çok yanlıştır. Bu nazariye, haddizatında [aslında], delalet ettiği manadan uzaklaştırılmıştır. Kastedilen, anlaşılan ile bağdaşmaz. Kanaatkâr olmak demek, fakir olmak, az şey ile yetinmek demek değildir. Bunu bir tarafa bırakalım. Diğer taraftan bunu çürüten bir şey daha vardır. İnsanlar çok çalışmaya mecburdur. Niçin çalışacak? Gaye, hayatın gerektirdiği her şeyi tedarik etmek ve en iyi tarzda tedarik etmektir. Bu ise zengin olmayı hedef tutmakla mümkündür. Bir insan ve bir içtimai heyet zengin olacağım dediği zaman, ne kadar çok şey lâzım olduğunu görecek ve onların her birini ayrı ayrı tedarik edecek, en iyi vaziyete, mükemmel bir vaziyete ulaştırmak mecburiyetini duyacaktır. Bunu şiar edinelim. Milletimizi zengin etmek lâzımdır. Kuvvetli kılmak için… Zengin olan muvaffak olur. Bu millet, muvaffak olmak istiyorsa zengin olacaktır. Kanaatkârlıktan bahseden insanlara -ki hepimizin kulağına fısıldadıkları- mütalaa tarzlarının yanlış olduğunu avazımız çıktığı kadar bağıralım. Çünkü böyle hareket etmezsek, çünkü o miskince tasavvurların tatbikatına koyulursak, o zaman en miskin vaziyette kalırız. Ve bu kadar miskin vaziyette kalan insanlar da, ali insanlardan meydana gelen içtimai heyetler karşısında yalnız uşak olmaya mahkûm kalır.

Efendiler, bizim milletimiz böyle fakir değildi, bizim memleketimiz böyle harabe hâlinde değildi. Bilakis, mamur idi ve milletimiz çok zengin idi. O hâlde zengin olabilmek için bizi fakirliğe, sefalete sevk etmiş olan sebeplerin ne olduğunu düşünelim ve onlardan kurtulmaya bakalım. Bir arkadaşımızın sorusuna cevap vermek için şu başlangıcı yaptım ve çok ehemmiyet vermek isledim; o da bir sanatkâr arkadaşımızın. Şurada ve burada sanatla meşgul olmuş ve fazla gayret göstermiş, çok öğrenmiş… Acaba bundan sonra memleketimizde mevcut olmayan sanatlarla da iştigal edebilecek [meşgul olabilecek] midir? Ve neticede sanatkârlar mesut ve müreffeh olacak mıdır?

Arkadaşlar! Sanatkârların mesut ve müreffeh olmaması yüzündendir ki, bu millet, bu fakirliğe, bu zarurete düşmüştür. Hakikaten, sanat ve sanat müesseseleri başlı başına bir milleti zengin eden veya fakir eden, bir memleketi mamur [bayındır] eden veya harap hâle sokan bir meseledir. Ve bizim fakru zaruret içinde olduğumuzun sebepleri dahi bu arz ettiğim meseleye başlı başına bağlı olduğunu görebilirsiniz. Biliyorsunuz ki, bizim memleketimizde sanayi bahis konusu olduğu zamanda hatıra gelen şey, tezgâhlardır. Çok ufak şeylerdir. Biz her şeyi evlerdeki, köylerdeki, şurada ve buradaki tezgâhlarda yapmışızdır ve hâlâ yapıyoruz. Hâlbuki buna mukabil Avrupa’da, medeni dünyada büyük sanat merkezleri görünmüştür. O kadar ki, bizim ufak tezgâhlarımızın, ufak sanat evlerimizin vücuda getirmiş olduğu mahsul, bu azametli sanat müesseseleri karşısında ölmeye mahkûm kaldı. Ve dolayısıyla rekabet edemeyecek bir hâle gelmiştir. Paralarımız da hu suretle harice gitmiştir.

Diğer taraftan sanatlarımız da çürümüştür, mahvolmuştur. Zengin olabilmek için behemehâl sanatlarımızı ilerletmek, genişletmek mecburiyetindeyiz. Buna muvaffak olabilmek için sanatkârlarımızı çok iyi yetiştirmek ve onları başımız üstünde tutmak lâzımdır. Sanatkâra malik olmayan bir millet en büyük uzvundan mahrum kalır. Onun için hiç merak buyurmayın, şimdiye kadar çalıştığımız çok büyük bir mesaidir. Memleketin en mesutlarından biri olacaksınız. Bizi daha fakirliğe, zarurete sevk eden sebepleri arayalım. Mühim olarak şu hatıra gelebilir: Bizim için çok debdebeli olan taarruzlarımızdan sonra mukabil taarruza duçar olunduğunu [uğranıldığını] arz etmiştim. Ve bunun neticesi olarak asırlardan beri terk etmekte olduğumuz memleketler dâhilinde bir umumi göç vakidir. Unsur-i aslî, terk ettiği yerlerde sabit mallarını bir defa mahvolmaya [yok olmaya] mahkûm bırakıyor ve hicret [göç] hâli dolayısıyla nakil olunabilecek mallarını da mahvediyordu. Bu da milletin umumi servetinde büyük yekûn teşkil etmiştir ve milletin serveti böylelikle heba olmuştur. Böyle göçe mahkûm edilen ırktaşlarımız vaktiyle bir daire dâhilinde kesif bir hâlde bulunsalar ve hayati mesailerini orada sarf etselerdi, bu felâkete ve bu fakirliğe düşmeyeceklerdi. Diğer bir sebep, millet kendi işi ile iştigal edeceği yerde, birtakım fatihlerin peşinde dolaştırılmıştır. Bu itibarla fetihleri yapmak için memleketimizde çalışan eller, kollar azalmıştır. Ve hariçte ölüp gelmemek yüzünden daima noksana mahkûm kalmıştır. Ve bu harekâtı yapabilmek için memlekete ve memleketin içine sarf edilmek lâzım gelen birçok paralar heba edilmiştir.

Diğer bir mesele: Bizim memleketimiz Şark’ın ve Garb’ın arasındadır. Bir zamanlar, Süveyş Kanalı açılmadan evvel ve oraları bizim elimizde bulunduğu zaman ve de Kafkasya’da şimendifer yapılmadan evvel bütün Şark ve Garp arasındaki ticari hatlar memleketimizin dâhilinden geçerdi. Bunlar zamanın vasıtalarıyla, kervanlarıyla daima faaliyet hâlinde bulunuyordu. Bilirsiniz, birçok kervansarayımız varmış. 7000 kişi ve daha ziyade insanları alabilecek kadar kervansaraylarımız varmış. Memleketimiz böyle nakliye ve ticaret güzergâhıymış. Bu, memlekete çok servet temin ediyormuş. Vaktaki [ne vakit ki] Kafkasya şimendiferleri yapıldı. Süveyş Kanalı açıldı, bunlar elimizden gitti. Muvasala [ulaşım] hatları değişti, kolaylık ve sürat peyda etti [kazandı]. Biz bunun farkında olmadık. Bekledik ki, Şark’tan Garb’a ve Garp’tan Şark’a kervanlar gelsin. Fakat kervanlar gelmedi, o kervanların geçtiği yollar harap oldu ve kervansaraylar harap ve türap oldu.

Ağzımız havaya açık olarak kaldık. Ve neticede millet parasız ve sefil kaldı. Diğer bir nokta daha… ve belki bu nokta ile bir arkadaşımıza cevap vereceğiz. Şimendiferlerden bahsetmişlerdi.

Efendiler, memleketi fakru zarurete mahkûm eden en mühim sebeplerden birisi de asrın icap ettirdiği nakliye vasıtalarından mahrumiyetimizdir. Yani şimendiferden mahrumiyetimizdir. Yollardan ve işleyen otomobillerden mahrumiyetimizdir. Sahillerimizde işleyen ve harice gidip gelebilecek vapurlardan mahrumiyetimizdir. Yollarımız yoktur, şimendiferlerimiz yoktur, gemilerimiz yoktur. Ne vardır? Develer vardır, kağnılar vardır ve merkepler vardır. Bunlarla istiyoruz ki, bütün medeni dünyaya karşı mevcudiyetimizi muhafaza edelim ve istiyoruz ki, bunlarla medeni dünyanın mesaisiyle müsabaka edelim. Buna imkân var mıdır? Yoktur efendiler!

İzmir’de her gün Amerikalılara un için kaç para veriyorsunuz, biliyor musunuz? (Hazır olan Vali Abdülhalik Bey cevap veriyor: Üç bin lira) Bu, günde üç bin lira. Bunu ayda ve senede hesap ederseniz, göreceksiniz ki, 1,5 milyon lira yalnız İzmir’imiz Amerika’ya veriyor. Ne için? Ekmek yapmak için! Efendiler, bakınız Konya bir hazinedir ve hazine olan çok yerlerimiz vardır. Her yerimiz hazinedir. Fakat kabil midir [mümkün müdür] ki, bir livanın mahsulünü diğer bir livaya nakilde müşkülata uğramayalım. Çünkü yol yoktur ve seri [çabuk işleyen] vasıtalar yoktur. Amerika ile memleketimiz içinde müsabaka edemiyoruz. Amerika, İzmir’e Konya’dan daha yakındır. Niçin? Çünkü asri, fenni vasıtaları vardır.

Efendiler! Asrın mevcutları ile mücadele edebilmek kabiliyeti ve bu mücadelede muvaffak olabilmek kabiliyeti, en son medeniyet ve tekniğe yetişmeye karar vermekle mümkündür. Ordumuz muvaffaktır. Çünkü ordumuzu teşkil eden milletin evlatları öyle bir unsurun mahsulüdür ki, ezeli asırlardan beri ruhu, bütün benliğiyle askerdir ve kahramandır. Fakat muvaffak olabilmesi için bu koskoca kahramanlık hiçbir vakitte kâfi gelmezdi. Muvaffak olmuş isek, hiç şüphe etmeyiniz ki, ordumuzun elindeki tüfek düşmanımız elindeki tüfekten aşağı değildir de ondan. Top, mitralyöz aşağı değildir. Talim ve terbiye aşağı değildir. Bunların hepsinde yüksek olduğumuz için muvaffak olduk. Muvaffak olabilmek için her hususta ordu gibi kemal [olgunluk] derecesine ve bunun üstüne çıkmak gerekir. Ordudaki kemal derecesi ne ile olmuştur? Hiç şüphe yok ki, asri ve fenni vasıtaları tamamen almakla ve bihakkın [hakkıyla] tatbik etmekle. Ziraatte de muvaffak olmak istiyorsak, ticarette muvaffak olmak istiyorsak, sanayide muvaffak olmak istiyorsak, onlar ne yapmaktadır, ne gibi vasıtalara müracaat etmektedir? Derhâl onları alacağız ve tatbik edeceğiz.

Arkadaşlar! Bizim memleketimiz bir ziraat memleketidir. Dünyanın en güzel ve en mükemmel ziraat memleketidir. Fakat bizim memleketimiz sadece bir ziraat memleketi olmakla kalmaz. Baştan nihayete kadar keşfedilmemiş ve istifade edilmemeye mahkûm maden hazineleri ile doludur. Bunların hepsini açmak, işletmek, para yapmak lâzımdır. Baştan nihayete kadar dünyanın en güzel yetiştiği kabiliyetle araziye malikiz. Fakat biliyorsunuz ki, ormanlarımız metruk [terk edilmiş] bir hâlde, senelerden ve asırlardan beri mahvedilmeye, yakılmaya, berbat edilmeye mahkûmdur. Şüphe yok, bütün bunları istifade edilir hâle koymak lâzımdır. Fakat en büyük kabiliyetimizi azami derecede süratle geliştirmek icap eder. O da ziraat meseleleridir. Ve zaten millet bununla iştigal etmektedir [meşgul olmaktadır]. Bunda şimdiye kadar yapılagelmekte olan usullerle bir netice almanın imkânı yoktur. Azami netice alabilmek için, esasen muhtaç olduğumuz noktaları araştırmalı, bulmalı ve tatbik etmelidir. Bir kere insan bulmak lâzımdır. Biliyorsunuz ki, bizim memleketimiz Almanya’dan iki kere büyüktür. Almanya’nın iki mislidir. Hâlbuki Almanya’nın belki, yetmiş-seksen milyon nüfusu vardır. Bizim sekiz milyon nüfusumuz vardır. Seksen milyon nüfusa malik olan bir memleketin iki mislinde sekiz milyon nüfus vardır; yaklaşık. O hâlde bu koskoca memleketi bu sekiz milyon işleyemez, işletemez. El lâzımdır işlemek için. Fakat burada bir noktayı hatırlamak lâzımdır. Böyle olmakla beraber, yeni Türkiye Devleti eski Osmanlı Devleti’nden, eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha, pek çok kuvvetlidir. Zira sonu gelmeyen ufuklara şamil, büyük imparatorluğun içinde aslî unsur kendi evi, tarlası, öküzü ve koyunu ile değil, fakat uzak evlerin bekçiliği ile meşguldü. Beklerdi, beklerdi, en nihayet vücudunu, kemiğini el topraklarında terk ederdi.

Efendiler! Süveyş Kanalı açılalı takriben [yaklaşık] 45 sene zarfında Anadolu evladından Yemen’e gidip ölenlerin miktarını biliyor musunuz? Bir buçuk milyondur. Bu, mazbut [kayıtlı] bir tarzda tespit olunan miktardır. Buna ilave yapınız. Suriye’yi beklemek için, Irak’ı beklemek için, Afrika’yı beklemek için ve birtakım yerleri beklemek için verdiğimiz, heder ettiğimiz evlatlarımızın miktarını düşününüz. Şimdilik bu bekçilikten kurtulmuş oluyoruz. Ve kesif bir hâlde kendi topraklarımızın içinde bulunuyoruz ve şüphesiz ki, eskisinden kuvvetliyiz. Fakat bu da kâfi değildir. Zira o kuvvet hakiki bir kuvvet değildir. Eğer öyle olsaydı mevcudiyetini muhafaza eder ve tesirlerini devam ettirebilirdi. Biz daha kuvvetli olmak mecburiyetindeyiz ve olacağız. Fakat bu insanları sekiz milyondan seksen milyona çıkarmak lâzımdır ve şüphe yok, bunu temin etmek için icap eden vasıtalara müracaat edilecektir; sıhhi, iktisadi vesaire… Fakat biz bunu bekleyemeyiz. Bunu beklemekle beraber, insan noksanını, el noksanını başka bir şeyle telafi etmek mecburiyetindeyiz ki, o da fennin bahşetmiş olduğu vasıtalardır.  Onun adına makine derler. On beş kişinin, yüz kişinin yapabileceği fen kuvvetine müracaat etmek mecburiyetindeyiz. Ziraatten bahsettik, sanattan bahsettik, ticarete temas ettik, yollardan konuştuk; zannediyorum ki, bütün bunlara kısa bir tabirle iktisadiyat derler. İktisadiyat demek, bence insanın, içtimai heyetin muhtaç olduğu şeyleri temin etmek için ve bunu temin ettikten sonra da insanlığın icabı olarak daha fazlasını da temin edebilmek için yapılması lâzım gelen şeylerdir.

Yapılması lâzım gelen şeylerin de çok olduğu anlaşılıyor. Yol yapacağız, şimendiferler, limanlar yapacağız. Sonra ziraatimizde tamamen asri ve fenni vasıtalar kullanarak onu yükselteceğiz. Sonra sanatkârlarımızı yetiştireceğiz. Onların sanat mahsullerinden istifade edeceğiz. Dünya ile rekabete girebilecek tarzda hareket edeceğiz. Tabii bu da fabrikalarla olacaktır. Mesainin mahsulünden hariçle temasla azami ve hakiki istifadeyi temin edebilmek için de araya aracılar koymayacağız. Şimdiye kadar felâket sebeplerinden birisi de, milletimizle hariç arasında yabancıların aracı olmasıdır. Bu aracılığın adına ticaret derler. Bilhassa harici ticarette mühim olan bu şeyin dâhili ticarette de ehemmiyeti o kadar büyüktür. Maalesef [ne yazık ki], harici ticarette nasıl olmuş ise, dâhili ticarette de yine bir kısım kişiler millet arasına girmiştir. O hâlde ticaretimize iyi bir cereyan [yol] vermek lâzım gelir.

Milletin bunu bizzat eline alması ve yükseltmesi lâzım gelir. Bütün bu şeyleri idrak etmek ve bunların faydalarını takdir etmek ve bunların icaplarını yapabilmek için bir şey lâzımdır; o da bilmektir. İnsanlar, cahil olan insanlar, bu dediğimiz şeylerin hiçbirisini yapamaz. Kabul etmek lâzımdır ki, milletimiz şimdiye kadar lüzumu derecesinde cehaleti [bilgisizliği] izale [yok] yok edememiştir. Umumi denecek derecede bir cehalet vardır. O hâlde her şeyden evvel bu umumi cehaleti yok etmek lâzımdır. Bunu yok etmekle beraber, daha başka şeyler bilmek gerektir. Bu da maarifimize bir şekil, bir faaliyet vermekle mümkün olacaktır.

Uncategorized içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | Yorum bırakın

DERS NUMUNE[ÖRNEK]LERİ:

İSTANBUL NASIL FETHEDİLDİ?

GİRİŞ

Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası, Türk eğitim tarihi ve eğitim bilimi (pedagojisi) bakımından son derece önemli bir yere sahiptir. Mecmua, Maarif Nezareti adına Dârülmuallimîn öğretmenleri tarafından her ayın on beşinde olmak üzere Şubat 1910 – Mart 1926 tarihleri arasında 69 sayı olarak yayımlanmıştır.

İstanbul Matbaa-i Âmire’de basılan bu Mecmua’nın ilk sayısı Rumi 1325 (Miladi 1910) yılında yayımlanmıştır. Derginin ilk sayısında tarih (gün, ay, yıl) belirtilmediği ve her ayın 15’inde yayımlandığı dikkate alındığında, derginin üçüncü sayısının Rumi 15 Nisan 1326 (Miladi 28 Nisan 1910) tarihinde çıkması sebebiyle Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuasının ilk sayısının 28 Şubat 1910, ikinci sayısının ise 28 Mart 1910 tarihinde yayımlandığı anlaşılmaktadır.

Satı Bey [1], Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası’nın ilk başyazarıdır. Mecmuanın yayımlanma amacı, ilk sayısında “İzah-ı Meslek” başlığı altına açıklanmıştır. [2] Buna göre, mekteplerimizde eskiden beri uygulanan idarî ve eğitim-öğretim yöntemleri ile basmakalıp fikirlere sahip müteşebbis olmayan kişiler yetiştirildiği ifade edilmektedir. Öğrencilerin miskinleşmesine sebep olan ezberci eğitim yöntemlerine son vermek ve mekteplerimizde hür, araştırmacı, girişimci ve haysiyetli kişilikler yetiştirebilmek için mekteplerin idarî ve eğitim-öğretim usullerinde köklü bir değişiklik yapmak gerektiği vurgulanmaktadır. Eğitim sistemimizin düzeltilmesinin kısa sürede mümkün olmayacağı gerçeğinden hareketle bu konuda yoğun bir mesai takip edilmesi gerektiği, hedefe kısa sürede ulaşılabilmesi için her türlü vasıtanın denenmesinin ve azimli bir şekilde çalışılmasının vatanî bir görev olduğu belirtilmektedir.

Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası’nın yayımlanma amacı;  vatanî bir görev olan eğitimimizin ıslahı konusunda basın-yayım aracı olarak faaliyet  göstermek, iptidai eğitiminde takip edilmesi gereken gaye ve bu gayeye ulaşmak için uygulanması gereken yöntemleri herkese tanıtmak ve özellikle sunulacak ders örnekleri ile yeni yöntemlerin uygulama tarzını açıkça ortaya koymak biçiminde ifade edilmiştir.

Mecmua, başlangıçta genel olarak iki ana bölümden meydana gelmiştir. “Malumat-ı Umumiye ve Terbiyeviye” bölümünde bilimsel makalelere yer verilmiştir. “Ders Numuneleri” bölümünde örnek ders etkinlikleri yayımlanmıştır. Ders numuneleri bölümü muhtevasının [içeriğinin] nelerden ibaret olacağı, Mecmuanın ilk sayısında şu şekilde ortaya konulmuştur [3] : “Tedrîsât-ı İbtidâiyye Mecmûası’nın bu kısmı, her derse âid bir takım numûneler ihtivâ edecektir. Bu numûneler hemen kâmilen “Dârülmuallimîn’e mülhak Numûne ve Tatbîkât Mekteb-i İbtidâîsi” derslerinden teşekkül edecek ve yalnız rüşdiyye derslerine âid olan numûneler bu esâsa bir istisnâ teşkil eyleyebilecektir. Bu mektebde, tedrîsât husûsunda “usûl-i keşfî ve tevlîdî”ye riâyet edilmektedir: Öğrenilecek şeylerin takrir edilerek “çocuklara doğrudan doğruya anlatılması” değil, münasip sualler sorula sorula ve bu suallerle muhakemat-ı zihniyeye yollar açıla açıla “bizzat çocuklara buldurulmasıusulü takip edilmektedir. Bu usul bizde henüz intişar etmemiş-daha doğrusu, büsbütün meçhul kalmış-olduğu için, bu ders numuneleri-şimdilik-pek mufassal olarak tertip edilecek ve bu suretle tatbikat mektebi derslerinin ruşeni [aydınlık, açıklık] bütün teferruatıyla iraeye [göstermeye] itina olunacaktır.”

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzeredergide yayımlanacak ders örneklerinin çoğunluğu, Dârülmuallimîn’e bağlı mektepte [uygulama okulunda] uygulanan ve başarılı bulunan çalışmalardır. Daha ilginç ve önemli olan bu ders örneklerinin öğrencilerin buluş yoluyla öğrenmesine imkân sağlayacak nitelik taşımasıdır. Aşağıda, bu ders örneklerinden “İSTANBUL NASIL FETHEDİLDİ?” etkinlikleri sunulmuştur.

—***—

İSTANBUL NASIL FETHEDİLDİ? [4]

Fatih Sultan Mehmet Han

– Siz nerede oturuyorsunuz?

-Yerebatan’da oturuyoruz, efendim.

-Eviniz malınız mıdır yoksa kira evi midir?

-Kendi malımızdır, efendim.

-Öyle ise söyleyiniz bana bakayım. O evi babanız kendisi mi yaptırdı, yoksa hazır mı aldı?

-Efendim, evimiz eskidir, babam yaptırmamış, dedemden kalmış.

-Pekiyi dedeniz kendisi mi yaptırmış, yoksa hazır mı almış?

-Kendisi yaptırmış, efendim. Ninem arada sırada söyler: Bu odanın daha büyük olmasını çok istedimdi. Ama rahmetlik sözümü dinlemedi idi, der.

-Demek ki: Oturduğunuz evi dedeniz kendi yaptırmış. O ev babanıza dedenizden kalmış.

-Şimdi size başka bir şey soracağım: Hepimiz İstanbul’da oturuyoruz, değil mi? Acaba İstanbul bizim malımız mıdır?

-Evet, efendim.

-Hanginizin malı acaba?

-Bütün İstanbulluların…

-İyi düşününüz bakayım! Yalnız İstanbulluların mı?..

-Hayır, efendim. Yalnız İstanbulluların değil, bütün Osmanlıların…

-Öyle ya…  Mesela bütün İstanbullular karar verse… Bu memleketi başka bir devlete satalım dese…

-Hiç der mi, efendim. Onlar vatanlarını sevmez mi?!

-Şüphesiz çocuğum, bu olacak bir şey değil fakat ben söz temsili olarak söylüyorum: Bütün İstanbullular birleşse de İstanbul’u satmak isteseler bile satabilirler mi? Onu soruyorum.

-Yine satamazlar, efendim.

Diğer bir çocuk:

-O vakit bir hareket ordusu gelir, ceza verir.

-Öyle ya, İstanbul yalnız İstanbulluların değil… Selanik de yalnız Selaniklilerin değil… Bursa da yalnız Bursalıların değil… Hiçbir memleket yalnız o memleket ahalisinin değil… Hepsi kimin?

Bütün çocuklar:

-Osmanlıların!..

-Demek ki: İstanbul, bütün Osmanlıların malıdır… Şimdi ne kadar Osmanlı varsa hepsinin İstanbul’da hakkı vardır, hepsi İstanbul’un sahibidir…

-Acaba şimdi yeni Osmanlılar, yani biz, İstanbul’u kendimiz mi yaptık?

-Hayır, efendim. Dedelerimizden bulduk.

-Ya dedeleriniz kendileri mi yaptılar? Bunu da biliyor musunuz, bakayım? Kendileri mi yaptılar, yoksa başka bir devletten mi aldılar?

-Efendim, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet aldı.

-Evet, İstanbul’u dedelerimiz kendileri yapmadı, başka bir devletten aldı. İstanbul, pek eski bir şehirdir. Dünyanın en eski memleketlerinden biridir. İstanbul yapıldığı vakit yeryüzünde daha ne İslam var idi ne de Hristiyan var idi. Tabii Osmanlı Devleti de daha yok idi. İlk Osmanlılar Anadolu’ya geldiği,  Söğüt’te yerleştiği vakit İstanbul’da başka bir devlet var idi. O devletin hali pek berbat idi. Padişahlar, hep eğlencelerle vakit geçirir, ahaliye türlü türlü eziyetler yapardı. Osmanlı padişahlarından birkaçı İstanbul’u almaya uğraştı fakat alamadı. Nihayet Fatih Sultan Mehmet aldı. Acaba nasıl aldı biliyor musunuz?

-Askerle almıştır, efendim.

-Evet, ama asker bir memleketi nasıl alır, bakayım…

-Muharebe ederek alır, efendim.

-Muharebe nedir, nasıl yapılır, orasını biliyor musunuz?

-Asker silah atar, tüfenk atar, top atar, düşman askerini öldürür ve memleketi alır.

-Acaba eski zamanlarda muharebeler böyle mi olurdu? O zamanda top, tüfenk var mı idi?

-Hayır, efendim yok idi. Muharebe hep süngü ile kılınç ile olur idi.

-Bir memleketi almak isteyen askerler o memleketin yanına yaklaşır da içine girmek isterse…

-Memleketindeki askerler bırakmaz, efendim.

-Ne yapar da bırakmaz.

-O da çıkar, kılıncını çeker. Süngüsünü eline alır; gelen askerler muharebe der.

-Ya, asker geceleyin apansız gelirse, herkes uykuda iken memleketi basarsa…

-Efendim, memleketteki asker uyumaz, yine muharebe eder.

-Nasıl olur? Asker de insan değil mi? İnsan uyumadan yaşayabilir mi? Düşmanın ne zaman geleceğini bilse, haydi o zaman bir gece iki gece uykusunu bırakıp düşmanı beklesin… Ama düşmanın ne zaman geleceğini bilir mi ki öyle yapsın?..

-Efendim, asker, yatar ama nöbetçiler yatmaz.

-Aferin çocuğum… Asker yatar ama nöbetçi bırakır, nöbetçiler yatmaz. Düşman gelirse nöbetçiler ne yapar?

-Askere haber verir, onlar kalkar. Silahlanır, düşmanla muharebe eder.

-Ama belki düşman büsbütün apansız gelir; nöbetçiler askeri uyandırıncaya, asker silahlanıp çıkıncaya kadar memlekete girip sokakları tutar… Bu da olabilir ya…

-Efendim, nöbetçi boru çalar, asker hemen silah başına koşar…

-Varsın çalsın, asker silahlanıncaya kadar herhalde vakit geçer. Bu vakit içinde düşman çevik davranırsa etrafı tutabilir.

-Efendim, asker yatmasın… Vatanı muhafaza için uykusuz kalsın… Ne olur?

-Dediğiniz doğru çocuğum. Asker vatanı için yalnız uykusundan değil canından bile geçer. Ama düşmanın ne zaman geleceğini bilmez ki… Belki bir hafta, bir ay, bir sene, birkaç sene geçer de düşman gelmez. Bu kadar vakit asker uykusuz kalabilir mi? Asker düşmanın bir baskın yapmasına meydan bırakmamak için bir çare bulamaz mı?

-….

-Şimdi size başka bir şey sorayım: Gece evinize hırsız girse ne yaparsınız?

-Bağırırız, polis gelir. Alır hapse kor.

-Ya siz bağırmadan evvel hırsız siz öldürürse yahut ağzınızı tıkar da bağırmanıza meydan bırakmazsa?!.

-Efendim, babamın revolveri hırsızı öldürür.

-İyi ama ya hırsız babanız uykuda iken odasına girer de kollarını bağlarsa?

-Efendim, giremez kapı sürmelidir.

-İyi ama hırsız sürmeyi kıramaz mı?

-Kırabilir ama kırarken gürültü olur. Babam uyanır.

-Aferin, demek ki: Evlere geceleyin hırsız girmesin diye ne yapılırmış?

-Kapılar kapanır, sürmelenir.

-Şimdi anladınız mı bakayım: Bir memlekete geceleyin düşman…

-Anladık, efendim: Kapıları kapamalı…

-Ha… İşte öyle yaparlarmış: Şehirlerin etrafını duvar ile sarar, bu duvarda birkaç kapı bırakır, bu kapıları sabahleyin açar, gece oldu mu kaparlarmış. Kapıyı düşman kıramasın diye-pek kuvvetli; duvarı-düşman yıkamasın diye-pek kalın yaparlarmış. Fazla olarak duvarın etrafına-düşman yanaşamasın diye-bir hendek kazar, bunu su ile doldururlarmış. Bundan başka kapıların yanlarına, duvarın şurasında burasında nöbetçi bekletirlermiş. Acaba İstanbul’un etrafında böyle duvar, kapı, hendek var mı?

-…

-İstanbul’un eksi kapılarından hiçbirinin ismini işittiniz mi?

-Edirne kapısı… Ahır kapı..

-Bu kapıların yanında duvar yok mu?

-Var efendim. Hem pek kalın, yüksek…

-Bu duvarlara ne derler bilir misiniz?..  Sur derler, ”kale duvarı” derler..

-Efendim, geçende müzeye giderken gördük. Eski Saray’ın etrafında hep sur var.

-Tamam… Bakınız işte resmi… Bunun gibi daha başka taraflarda da sur var mı, bakayım?

-Kumkapıda da var, efendim.

-Daha…?

-Salkımsöğüt’te de var, efendim.

-Daha başka?.. Kim biliyor?..

-Topkapı’da da var, efendim.

-Daha başka?

-Eyüp’te de var efendim.

-Bu duvarlar, şimdi tamam mıdır, sağlam mıdır?

-Hayır, efendim, yıkıktır. Eski Saray’ınkiler sağlam ama Kumkapı’dakiler yıkık.

Diğer bir çocuk:

-Edirnekapı’dakiler de yıkık, efendim.

-Bunları niçin tamir etmiyorlar acaba?

-Efendim, şimdi surlar işe yaramaz ki… Büyük toplar var, surlar onlara dayanmaz ki…

-Evet, şimdi artık surların, duvarların faidesi kalmadı. Onun için memleketler etrafına sur yapmazlar fakat evveli böyle değil idi; evveli yani toplar daha büyük ve kuvvetli yapılmadan evvel, surların çok ehemmiyeti vardı. Şimdi yıkık gördüğünüz sırların hepsi sağlam idi. İstanbul üç tarafından sur ile çevrili idi. Bu sur, Sarayburnu’ndan başlıyor, Edirnekapı’ya, oradan da Eyüp’e kadar gidiyor idi. İstanbul’un yalnız öbür tarafında-Sarayburnu ile Eyüp arasında sur yok idi; fakat bir taraf deniz olduğu için oradan baskın olmak korkusu da yok idi. O halde İstanbul’u almak kolay mı imiş, dersiniz?

-Hayır, efendim pek zormuş. Üç taraf kale bir taraf deniz!.. Nereden girilecek?

-O vakitler böyle surları ve kaleleri olan bir memleketi almak isteyenler ne yapardı, bilir misiniz? Giderdi, o memleketin her tarafını sarardı, ahalisinin dışarı ile alış verişini keserdi. Acaba niçin böyle yapardı?…

-Onları aç bırakmak için.

-Evet, onları yalnız aç bırakmak, zora sokmak ve böylelikle teslim ettirmek için. Böylelikle bir memleketi sarmaya ne derler bilir misiniz?

-Abluka.

-Abluka, denizden gemilerle sarmaya derler. Karadan sarmaya gelince: Ona muhasara derler. Muhasara.

-Muhasara zamanında iki taraf askeri büsbütün boş durmaz, muharebe eder. Dışarıda olan- yani muhasara eden-asker kapıyı kırarak duvarı yıkarak veyahut duvardan atlayarak içeriye girmeye çalışır; içeride olan-yani muhasara olunan-asker ise taş atarak ateş dökerek bunları yanaştırmamaya çabalar, fazla olarak arada sırada apansız kapıyı açarak dışarıya çıkar, dışarıdaki askerle süngü süngüye muharebe eder, onları püskürtmeye çalışır. Bazen muhasara eden asker başa çıkamaz, muhasaradan vaz geçer, memleketi bırakıp gider. Bazen de muhasara olunan asker aç ve halsiz kalır, kapılarını açıp memleketi teslim eder. Bazen de muhasara eden asker kapıları kırarak veya duvarları yıkarak girer, memleketi alır. Demek ki, o vakte göre bu memleketi almak, o memleketin kapılarını açarak veya yıkarak içine girmek demek idi. Bunun için bir memleketi almaya “feth” yani “açmak” derlerdi. Hala da öyle deniliyor. Onun için İstanbul’un alınmasına “İstanbul’un fethi”, İstanbul’u alan Sultan Mehmet’e de “Fatih Sultan Mehmet” deniliyor.

***

-İstanbul’u fethetmek için de muhasara etmek lazım idi. İstanbul’u fethetmeye karar verdi. Büyük hazırlıklar gördü. İstanbul’u iyice muhasara etmek, İstanbullulara denizden imdat gelmesine meydan bırakmamak için Boğaz içinde de bir kale yaptırdı. O kaleyi biliyor musunuz?

-…

-Rumeli Hisarı’na hiç gittiniz mi?

-Ha, evet efendim. Orada kaleler, duvarlar var.

-İşte resmi. Bakınız onu başta Fatih Sultan Mehmet yaptırdı. Sonra geldi, İstanbul surlarının etrafın asker yerleştirdi. Bir de büyük bir top yaptırdı. Onu da getirdi. İstanbul surlarının önüne yerleştirdi. Bu top pek büyük idi. O vakit yollar şimendiferler olmadığı için bunu ta Edirne’de İstanbul’a kadar getirmek pek zor idi.  Fakat Fatih bu zorluktan kaçmadı. Yüzlerle öküze yüzlerle adama çektire çektire İstanbul’a kadar getirdi. Bakınız resmine: Ne kadar büyük… Ne kadar çok adamlar tarafından çekiliyor! Böylelikle İstanbul’u kara tarafından sardı. Fakat tamam muhasara etmiş oldu mu?

-Deniz tarafı kaldı, efendim.

-Evet, böylelikle deniz tarafı kalmıştı. Orasını da gemilerle sarmak istedi. Gemlerini de getirdi; gemiler. Yüz kadardı fakat onları İstanbul’un önüne geçirmedi. Çünkü İstanbullular Sarayburnu ile Tophane arasına zincir germişlerdi. O vakitki gemiler yelkenli idi, ufak idi. Böyle kalın bir zinciri kıramazdı. Fatih düşündü, taşındı. Bu zincirlerin arka tarafına geçirmek için gemileri, karaya çıkarmaktan ve karada yürütmekten başka bir çare bulamadı. Gemileri Dolmabahçe’den karaya çıkarır ta Kasımpaşa’ya kadar götürürüm, İstanbul’u deniz tarafından da sararım, dedi. Acaba gemileri karadan yürütmek için ne yapmalı idi;  siz olsa idiniz ne yapardınız?

-Efendim, karadan kuyu kazarız, yol açarız, su ile doldururuz. Gemileri yüzdüre yüzdüre geçiririz.

-İyi ama… Böyle büyük bir suyolu kazmak kolay mı? Bunun için ne kadar vakit, ne kadar zahmet lazım, düşünsenize… Gemilerin geçtiği yerler düzlük olsa idi. Haydi ne ise, hâlbuki arada tepeler var. Resme bakınız, buralar ne kadar yüksek… Böylelikle başa çıkılamazdı ki siz olsa idiniz ne yapardınız?..

-Efendim, gemileri kaldırmalı, altlarına tekerlek koymalı, sonra araba gibi çekip yürütmeli…

-Bu da iyi bir fikir… Fakat bunun için kaç bin tekerlek lazım. Geminin ağırlığına dayanabilmek için ne kadar büyük ve ne kadar kuvvetli olmalı…  Fazla  olarak gemilerin altına tekerlek geçirmek, onları havaya kaldırmak kolay mı!..  Hiç kayıkhanelerde gördünüz mü, tamir yapacakları vakit kayıkları karaya nasıl çıkarırlar?

-Efendim, tahtalar kırarlar, gemileri onların üstünde iter, kaydıra kaydıra yürütürler…

-Hah, işte Fatih de öyle yaptı.

Fatih Sultan Mehmet’in karadan gemileri yürütmesi

Bir çocuk:

-Efendim, kolay kaysın diye yağ da sürerler.

-Tamam, Fatih de öyle yaptı. Bir gece o yüzlerce gemiyi karaya çıkarttı. Tahtalar üzerinde kaydıra kaydıra Kasımpaşa’ya kadar götürdü. Oradan tekrar denize indirtti. Bu kolay bir şey mi idi?

-Hayır, efendim, pek zor.

-Öyle ya, adi kayıkları bile çekmek kaydırmak için ne kadar zahmet çekerler, elbette görmüşsünüzdür. Buna göre düşününüz: Yüz kere büyük gemiyi kaydırmak, hem de o kadar uzun bir yoldan geçirmek için ne kadar zahmet çekilmiş olacak! Böylelikle Osmanlılar İstanbul’u deniz tarafından da sarmış oldular. Fatih, karadan top attırıyor, duvarları gülle ile dövdürüyor, duvarların bazı yerlerini biraz yıkıyordu. Fakat İstanbullular da çok uğraşıyor, Osmanlı askeri üzerine ateşli fıçılar atıyor, askerin bu deliklere yanaşmasına meydan bırakmıyorlardı. Sonra gece oldu. O delikleri tekrar taş ile örüyor, duvarı tekrar tamamlıyorlardı. Delikler büyüse asker içeriye daha kolay girecekti. Fakat delikleri büyütmek kabil olmuyordu. Çünkü o vakitki toplar kuvvetsiz idi. Deliği büyütmek için gülle lazım idi. Büyütünceye kadar akşam oluyor, gece geliyor idi. Ertesi gün delik kapanmış bulunuyor, işe yeniden başlamak lazım geliyordu. Fatih düşündü, böyle giderse başa çıkamayacak. Onun için bir gün büyük hazırlıklar gördü. Gündüzden kaleyi top ile iyice döğdürdü. Gece olunca her tarafta ateşler yaktırdı. Ortalığı aydınlattı. Bu aydınlık sayesinde yine gülleler attırdı. Her taraftaki askere hücum emri verdi. Asker uğraşa uğraşa bir delikten içeriye girdi. Kılınç kılınca muharebe etti. Ama nihayet teslim olmaya mecbur oldu. İşte böylece İstanbul Osmanlıların eline geçti.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul surları önünde

-Gördünüz mü? İstanbul’u fethetmek ele geçirmek için dedelerimiz ne kadar uğraşmışlar, ne kadar zahmet çekmişler!.. Şimdi biz bu güzel İstanbul’da onların sayesinde yaşıyoruz değil mi?

Bir çocuk:

-Efendim, onlar bize iyilik etmişler, biz onlara Allah rahmet etsin diyeceğiz.

Diğer bir çocuk:

-Efendim ben, Fatih Sultan Mehmet’in türbesini gördüm. Fatih Camiinin yanına babam götürmüştü. Fatiha okumuştu. Ben de Allah rahmet etsin demiştim.

-Acaba İstanbul, fethedildiği vakit böyle mi idi, zannedersiniz?

-…

-İhtiyarlardan işitmediniz mi? Otuz kırk sene evvel İstanbul böyle mi idi?

İstanbul’un kuşbakışı manzara-ı umumiyesi

-Hayır, efendim, o vakit büyük caddeler yokmuş, tramvay yokmuş, bunlar sonradan yapılmış.

-Evet, otuz kırk sene evvel bile İstanbul şimdikinden daha fena imiş, hele yeni fethedildiği vakit ne şimdiki kadar büyükmüş ne de şimdiki kadar güzelmiş. Demek ki: İstanbul’un fethinden sonra dünyaya gelen dedelerimiz de çalışmışlar, İstanbul’u güzelleştirmişler, öyle değil mi?

-Efendim, geçende müzeye gitmiştik, gördük. Eskiler çok akıllı imiş, çok çalışmışlarmış efendim.

-Evet, onlar da çok çalışmışlar, çok akıllı imişler, ama acaba bizden akıllı mı imişler, dersiniz?

-Daha akıllı imişler, efendim. Taşı almışlar, tıpkı insan gibi yapmışlar, burnunu, gözünü, kaşını bile yapmışlar…

-Bakınız, şimdi de şimendiferler, vapurlar yapılıyor; bunlar makine ile yürüyor, uçarcasına gidiyor.  Acaba taşı insan yapımında yontmak mı daha zor, yoksa şimendifer yapmak, katarı kendi kendine yürütmek mi daha zor?

-Evet, şimendifer yapmak daha zor.

-Demek ki: Şimdiki insanlar eskilerden daha akıllıdır. Bizim bildiğimiz şeyler dedelerimizin bildiklerinden daha çoktur. O halde bizden sonra gelecek insanlar da bizden daha akıllı olmalıdır. Mesela siz büyüdüğünüz vakit bizden daha çok şey bilmeli, bizden daha çok şey yapmalısınız, öyle değil mi?

-Ah, efendim. Biz sizin gibi olamayız ki…

-Niçin olamayasınız… Biz isteriz ki siz, çocuklar bizden daha akıllı olsunlar, bizden daha çok iş görsünler.

Bir çocuk:

-Efendim, öyle ise bizim çocuklarımız da bizden daha akıllı olacak…

-Elbette, siz bizden daha iyi olmaya çalışacaksınız, çocuklarınızın da kendinizden daha iyi olmasını isteyeceksiniz. Böyle yaparsanız devletimizin gittikçe ilerlemesine, vatanımızın gittikçe kuvvetlenmesine hizmet etmiş olacaksınız. Devletinin, vatanının ilerlemesine hizmet etmek herkesin borcu değil mi?

-Evet, efendim, hepimizin borcudur.

-Pekiyi, vatanınıza siz büyüyünce bu borcunuzu ödeyebilmek, vatanınıza hizmet edebilmek için şimdiden ne yapmalısınız?

-Çalışmalıyız, efendim.

-Çalışacağız, efendim.

Satı [1]  

DİPNOTLAR:

[1]  https://www.biyografya.com/biyografi/13342

https://www.academia.edu/44674941/_Mustafa_Sat%C4%B1_Bey_Sat%C4%B1_el_Husri_BUYUK_EGITIMCILER

[2]  Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası, Rumi:15 Şubat 1326 (Miladi:28 Şubat 1910), Sene: 1, No: 1, s. 1-2, Matbaa-i Amire, İstanbul

http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU2197-01/index.djvu

[3] Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası, Rumi:15 Şubat 1326 (Miladi:28 Şubat 1910), Sene: 1, No: 1, s. 1 (37), Matbaa-i Amire, İstanbul

http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU2197-01/index.djvu

[4] Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası, Rumi:15 Nisan 1326 (Miladi:28 Nisan 1910), Sene: 1, No: 3, s. 97-105, Matbaa-i Amire, İstanbulhttp://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU2197-01/index.djvu

Uncategorized içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (4)

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet]

Şimdi arz ettiğim gibi, halife ve padişah kuvvetleri Ayaş’a kadar geldiği bir sırada ve bir şey daha itiraf etmek gerekirse herkesin çok heyecanlı olduğu bir günde Ankara’da milletvekilleri toplandı. Şimdi burada toplu olduğumuz gibi… Ve bir karar verdi; o karar benim teklif ettiğim projeyi oybirliği ile kabul etmiş olmakla tayin olundu. O proje muhteviyatı, daha sonra Teşkilatı Esasiye Kanunu şeklinde tespit edildi, ilân edildi.

Arkadaşlar, yeni Türkiye devletini idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ni bence artık izaha hacet kalmamıştır. Ancak milletimizin belki ifade edemediği ve fakat böyle el ele temas ederekten tuttuğu ve sahip olduğu hükûmetinizin mahiyetini henüz tanımayan düşmanlar vardır veyahut tanımamak isteyen düşmanlar vardır. Onun için biz bu düşmanlarımızı dâhil olduğumuz bu mesut ve çok şey vaat eden istikametteki isabete ikna edebilmek için çok söylemeyi, bundan çok bahsetmeyi, umumi millî bir vazife olarak telakki etmeliyiz. Şimdiye kadar mevcut kitapları okuyanlar bilirler ki ve okumayanlar dahi fiilen tanımakla bilirler ki, insanlar birtakım hükûmetler teşkil etmişlerdir ve teşkil ederler.

Efendiler, hükûmet teşkil etmekten maksat, bir içtimai heyetin mevcudiyetini muhafaza etmek ve o içtimai heyeti manen ve maddeten müreffeh ve mesut etmektir. İçtimai heyette insanlar bu iki şey için hükûmet teşkil etmek zarureti karşısındadırlar. Hükûmet içtimai bir ihtiyacın zaruretidir. Ve onun istilzam ettiği [gerektirdiği] bir şey vardır. Muhtelif şekil ve mahiyette birtakım hükûmetler vardır. Bildiklerimizi beraber hatırlayalım: Mutlakıyet hükûmeti vardır, meşrutiyet hükûmeti vardır, cumhuriyet hükûmeti vardır. Bugün arz sahası [dünya] üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm. Bence cumhuriyet şekli saltanatta muayyen zaman içinde değişmesi kabil olmayan salahiyetlere sahip muvakkat bir saltanat vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır. Ve ister meşruti saltanat olsun, ister cumhuriyet olsun, bunların dayandığı mahiyet, biliyoruz ki, parlamenter denilen bir şeydir. Yani kuvvetler dengesi esaslarına dayalı bir şekildir. Veyahut kuvvetler ayrılığıdır. Diğeri ise malumdur. Bir adamın, bütün bir millete hâkimlik etmesi, müstebitlik etmesi, bütün bir memleketi malikâne kabul etmesi ve milleti de kendi emrine kayıtsız şartsız tabi bir köle sürüsü olarak görmesidir.

Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti bu saydığımız hükûmet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğim gibi, onların dayandığı esas, kuvvetlerin ayrılması, kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesidir. Hâlbuki bizim hükûmetimiz kuvvetlerin birleştirilmesi esasına göre kurulmuş bir hükûmettir. Bu şekil ve mahiyette hükûmet, denilebilir ki, bugün mevcut değildir. Ancak mevcut olmayan bir şey, hiç vücut bulmamış bir şey de yapmış değiliz. İnsanlık tarihi incelenirse görülür ki, aynı mahiyette kurulmuş ve faaliyette bulunmuş hükûmet vardı. Ancak tamamen farksızdır denilemez. Kuvvetler birleştirilmesi esasına göre kurulmuş olan hükûmetimizin menfaatlerini ve faydalarını izah için, arzu ederseniz hep beraber, kuvvetlerin denkleştirilmesi esasına göre yapılmış ve mevcut olan hükûmetlerle ufak bir mukayese yapayım. Biliyorsunuz ki, bu kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesi esasen Monteskiyö [Montesqieu] tarafından ortaya konulmuş bir nazariyedir. Monteskiyö bu nazariyesini yaparken dünyada mevcut modellerden birisini aramıştır ve onu İngiltere’de bulmuştur. İngiltere’de ve her yerde krallar vardı. Krallar cümlece [herkesçe] malum [bilindiği] olduğu üzere, aynı zamanda Allah tarafından dahi kuvvetlere sahip tasavvur olunurdu. Kralların, hükümdarların, taç sahiplerinin, imparatorların şahıslarında mevcut tasavvur edilen icra kuvvetinin geri alınmasına zihinler bile meyledemeyecek kadar kökleşmiş bir hâlde bulunuyordu. O zamanın bütün filozofları, bütün kanun koyucu insanları, bütün zekâları, insanlığın selamet ve saadeti için nazariyeler düşündükleri zaman, usul düşündükleri zaman, değişmez ve değiştirilemez gibi gördükleri noktalara taarruz etmekten korkuyorlardı. Dolayısıyla Monteskiyö değişmez, sabit bir karar kabul etmişti. Bu esas noktadan hareket ederek şimdi bu kralın idare ettiği, kendi hüküm ve istibdadı altında idare ettiği milleti hakiki saadete sevk edebilmek için ne yapmak imkânı vardı. Fakat bunu düşünürken Monteskiyö dahi biliyordu ki, bu ancak ve ancak milletin hâkimiyetini millete vermekle mümkün olurdu. Fakat buna imkân tasavvur edemediğinden dolayı, bu millî hâkimiyet -ki kralın elindedir- bunun hiç olmazsa bir parçasını millete verelim; kısımlara ayıralım, kral istediği gibi hareket edemesin. Az çok milletin arzu, emel ve hâkimiyeti de kralın hareketleri üzerinde tesirli olsun ve bu surette zarar yarıya insin. İşte kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesinin esasını koyan Monteskiyö’nün zihniyeti bu idi.

Arkadaşlar, bu nazariye ile bir icra heyeti -ki reisi hükümdardır- ve bir mebuslar meclisi -ki vazifesi kanun yapmaktır- sonra Fransız milleti, insanlığını, benliğini temin edebilmek için yaptığı umumi mücadelesinde muvaffak olduğunu zannetti. Ve bu muvaffakiyetini muhafaza etmek ve devam ettirebilmek için Monteskiyö nazariyesine kendi millet ve memleketinde tatbik mahalli aradı. Yalnız orada kuvvetin ikiye ayrılması kâfi görülmedi. Bir bağımsız kuvvet daha icat olundu: Adli kuvvet…

Müsaade ederseniz beş dakika teneffüs edelim.

[Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu]

Efendiler, insanlık daima ve daima birtakım zorbaların karşısında kalmıştır. İnsanlık bütün mevcudiyetini daima bu zorbaların elinden kurtulmak için sarf etmiştir. Bu zorbalar bir milletin hâkimiyetini gasp etmiş olan insanlardır. İnsanlık bazen zorbaları yıkmış, parçalamış, asmış ve kesmiştir.

Fakat maatteessüf [ne yazık ki], kurtulmuş farz edildiği noktada tekrar aldatılmıştır. Ve böyle bir gaflet, bu zavallı insanlığı daima böyle birtakım zorbaların esiri olarak yaşatmaktan geri kalmamıştır. Fakat insanlık da hiçbir zaman bu mesai istikametinde durmuş değildir. Demin ifade ettiğim nazariyenin konulduğu gün, insanlığın en sevinçli günüdür. Çünkü zorbaların elinden hâkimiyetini hiç olmazsa kısmen kurtarmış bulunuyorlardı. (Alkışlar) Ümit veren bu nazariye birçok zaman, zamanımıza kadar rağbet bulmuştu.

Jan Jak Ruso [Jean Jacques Rousseau]’nun yazdığı kitaplar da bilhassa bu nazariye üzerinedir. Fakat bu nazariyenin vaat ettiği saadet, insanlığın arzu ettiği saadet değildir. Mücadele devam ediyordu.

Biliyorsunuz ki, Amerika, bu nazariyeye dayanarak kurulmuş en büyük devletlerden birisidir. Fakat bu nazariyenin, bu kadar parlak olan bu nazariyenin Amerika’nın hayat ve insani ihtiyaçlarına tekabül edemediğini anlamak isterseniz daha dün Reisicumhur olan Vilson [Wilson]’un en son kitaplarını okuyunuz. Bu zat diyor ki: “Bu kâfi değildir. Kuvvetler dengesi olamaz ve yoktur. Kuvvetler ayrılığı esasen yanlıştır.” Dolayısıyla kuvvetlerin birleştirilmesi lâzımdır. Fransa’da da bu istikamette dimağlarını yoranlar vardır. Her yerde vardır. Millî hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin uhdesine vermek için bütün zekâ sahipleri, emin olabilirsiniz ki, çalışmaktadır. İnsanlığın kurtuluşunu ebedi saadet bilen herkes bu eski nazariyenin çürüdüğüne kani olmuştur. Ancak yeni bir şekil bulmak için uğraşıyor.

Efendiler, sizi ve bütün milleti tebrik ederim ki, hakiki insanların, hakiki vicdanların, yüksek zekâların arayıp henüz bulamadığı şekil ve mahiyeti bu millet bulmuştur. (Bravo sesleri. Şiddetli alkışlar) Bu son sözü izah için devletimizin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerini hep beraber gözden geçirelim. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi hatırımdadır, söyleyeceğim, fakat hepinizin hatırında olmalıdır. Bütün milletin hafızasında olmalıdır. Çünkü bu devleti kuran bir kanundur ve bu milleti Cenabı Hakk’ın izniyle behemehâl saadete ulaştıracak olan bir kanundur. Bunun için bütün millet fertlerimizin bu kanunu baştan sona kadar Kur’an ayetleri gibi bilmesi lâzımdır. Bu kanunun maddeleri yalnız bizler için değil, yeni okumaya yazmaya başlayan çocuklarımızın dahi alfabeyi öğrenmeden evvel dimağlarına işlenecek bir kanundur. Çünkü bizim kurtuluşumuzu temin eden bir kanundur; bir düsturdur. Bu kanunun birinci maddesi, iki fıkradan mürekkeptir [meydana gelmektedir]. Birincisi, hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. Kayıtsız ve şartsız. (Sürekli alkışlar)

Arkadaşlar! Hâkimiyet kayıtsız şartsız daima ve daima milletin uhdesinde kalacaktır. (Alkışlar) Milletin hâkimiyeti asırlarca devam eden felâketlerden, facialardan, rezaletlerden sonra başı sonu gelmeyen darbeler altında ezile ezile hurdahaş olduktan sonra idrak ettiği benliğini kullanarak, fakat çok müşkülatla elde edilebilmiştir. Bu kadar fedakârlıkla ve bilhassa bu kadar büyük teyakkuz ve uyanıştan sonra eline geçirmiş olduğu bu millî hâkimiyettir ki, demin bir arkadaşımızın sorduğu saltanatı yıkmıştır, saltanatı yıkmıştır arkadaşlar. (Alkışlar) Saltanatın yıkıldığına bu milletin hiçbir ferdinin artık şüphe etmemesi lâzımdır. (Şiddetli alkışlar) Çünkü arkadaşlar, bunu telaffuz ettiğimiz bu dakikada pekâlâ biliyoruz ki, saltanatı yıkmış olan yalnız bu kitabın yaprakları değildir. Bu söylediğimiz sözler bu kitabın içinde yazı hâlinde vücuda gelmeden evvel milletin vicdanında, ruhunda ve azminde tecelli etmiştir. (Yaşasın millet sesleri. Alkışlar) Ve millet, hakkı olan ihtiyacının bunu elde etmekte olduğunu anladıktan sonra, buna da muvaffak olabilmek için, behemehâl, başında baykuş gibi daima duran bir mevcudiyeti esasından, bütün temelleriyle, bütün asırların yerin dibine soktuğu temellerin son taşını çıkarıp havaya atmak suretiyle yapmıştır. (Bravo sesleri, alkışlar)

Dolayısıyla artık bundan sonra saltanat yıkılmış mıdır, yıkılacak mıdır gibi birtakım tereddütlü dimağlar bu milletin üç dört seneden beri bu düstura, bu hâkimiyet düsturuna dayanarak yapmış olduğu bütün fedakârlık safhalarını bir an için nazarından geçirirse emin olur, müsterih olur. Ben de bundan eminim. (Alkışlar)

Bana asıl büyük emniyeti veren, yapılmış olan şeyler değildir; yapılması lâzım olan şeylerdir ve o şeyleri yapacağımıza olan güvenimdir. Efendiler, bilirsiniz ki, her yeni şey, güzel şey, iyi şey karşısında behemehâl fena bir şey çıkar. İnsanlık hayatının hususi bir tecellisidir bu. Akis vardır ve ona dahi karşı akis vardır; tesir vardır, akis vardır. Bu itibarla tereddüdü mucip olan noktayı beraber ifade edelim. Fakat ona karşı yapacağımız şeyleri bir defa burada tekrar edelim. Hiç şüphe yok ki, milletimizin hâkimiyetini bir şahısta veyahut çok mahdut şahısların elinde tutmaktan menfaat bekleyen insanlar veyahut cahil ve gafil insanlar vardır. Zira hükümdarlar kendilerini behemehâl vehmedilmiş bir kuvvetin temsilcisi tanırlar. Bundan, böyle tanınmaktan zevk alırlar. Fakat bir adamın kendi kendini böyle tanıması hiçbir kudreti, hiçbir tesiri haiz değildir. Ancak etrafında bulunan menfaatperestler bu ifadeyi, bu arzuyu terennüm ederler, zevkle terennüm ederler. Ve bilhassa din kisvesine büründürerek ortaya atarlar, atmışlardır daima! İşte bu geniş terennümlere karşı istibdat altında bulunan, tahakküm altında bulunan milletin kulakları da hep bu terennümlerle doludur. Oraya başka bir sadâ [ses, yankı] girmez ve giremez. Ve neticede öyle bir hâl olur ki, herkes, içtimai hayatın her ferdi, o taç sahibinin, o hükümdarın ve etrafındakilerin telaffuz ve ifade ettiklerini hakikatin ta kendisi kabul eder, din icabı kabul eder, mevcudiyetin icabı kabul eder. İşte bu telakki [anlayış] devam ettikçe hakikaten başka bir şey yapmanın imkânı güç bulunabilir. Fakat bir defa o imkân hâsıl olduktan sonra, denilemez ki bu imkânı elde eden ekseriyetin [çoğunluğun] içinde memnun olmayanlar çoktur.

Daima bu güzel şeylerden -kendi fenalığı itibariyle faydalanamayacağını düşünenler- mutlaka hoşlanmazlar. Ve işte böyleleri birtakım teşebbüslerde bulunabilirler. Bu gibilere -malum- mürteci derler. Ve hareketlerine de irtica derler. Fakat çok yakın tarihi safhalarımızı de düşünürsek -ki bunu düşünmek faydalıdır; zira en ücra köşede bulunan bir köylümüz dahi bu vakalara el ile temas etmiştir- birçok misallere tesadüf ederiz. Fakat buna bütün cihan kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi telkinlerle saptırmanın ve aldatmanın imkânı kalmamıştır. Yakın felâketlerin sebepleri nedir? Ve bu tahlil olunmuştur ki bugünkü netice hâsıl olmuştur. Buna nazaran kabul etmek lâzımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile yahut şu veya bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur; vardır, fakat o da ancak zindanlardır. (Bravo sesleri, alkışlar) Ben korkmadan ve çekinmeden ve tam bir katiyetle ifade ediyorum ki, millî hâkimiyetin değiştirilmesi ve karıştırılması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını talep edenler, benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, -bu hâkimiyeti almak için bu milletin yaptığı fedakârlığın icabıdır- bunları parça parça etmektir. (Alkışlar)

Efendiler, artık yetişir, bu milletin çektiği felâketler çoktur. Bu millete acımak lâzımdır. Bu milleti şunun veya bunun menfaati için şu ve şu istikametlere, karanlıklara sevk etmek ayıptır, rezalettir, günahtır. Bunu artık yaptırmayacağız. (Bravo sesleri, alkışlar)

Arkadaşlar! Birinci maddenin ikinci fıkrası, görürüz ki, “idare usulü halkın doğrudan doğruya kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi usulüne dayalıdır“. Hakikaten hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete aidiyetini temin için, milletin uhdesinde dokunulmazlığını temin için yegâne çare, idarenin halkın elinde bulunmasına bağlıdır. Şuna ve buna havale olunan idare, akıbeti malumumuz olmuştur. Ve daima öyle olmaya mahkûmdur. Fakat bu ifadeden anlaşılmasın ki, vaktiyle eski Yunanistan’daki küçük hükûmetlerde olduğu gibi veyahut Roma’da olduğu gibi bütün memleket halkı zaman zaman bir araya gelecektir ve bütün memleket ihtiyaçlarını ve hayati ihtiyaçları orada hep beraber düşüneceklerdir ve kararlarını verip talimatını yapacaklardır; böyle olmuştur çünkü. Bittabi bütün memleket halkının günlük ihtiyaçlarını terk edip bir araya gelmesine esasen maddi imkân varsa bile müşkülat çoktur ve esasen buna ihtiyaç da yoktur. Ancak mahdut olmak şartıyla ve daimi olmamak şartıyla her bakımdan emniyet ve itimat ettikleri vekillerini bir arada toplarlar ve bütün arzu, emel ve iradelerini o vasıta ile tatbik ettirirlerse bu fıkranın maksadı hâsıl olmuş olur. Yalnız bir merkezde, böyle bir heyetin toplanması da kâfi değildir.

Memleketin taksim olunduğu seçim daireleri dahi aynı idare tarzına tabi olmalıdır. Teşkilatı Esasiye Kanunu’na göre Vilayet Kanunu ve Nevahi Kanunu iyi tatbik edildiği zaman, bu dediğimiz bakış açısı ve bu nazariye, memlekette tatbik kabiliyetini tamamen bulmuş olur. Şimdi meclis, hem teşrii [kanun yapma] ve hem de icra kuvvetine malik olmakla kuvvetler birliği nazariyesini tatbik etmiş oluyor. Bu mahiyette bulunan hükûmetimiz, emin olabiliriz ki, herhangi bir istikamette, herhangi bir bakımdan düşünülürse düşünülsün, muhakeme edilirse edilsin, mevcut olmuş ve mevcut olan hükûmet şekillerinin hepsine tercih edilir. (Alkışlar) Asıl tercih sebebi, daima ve daima beynimizin en kuvvetli noktasında, en kuvvetli olarak muhafaza etmeye mecbur olduğumuz millî hâkimiyetin korunmasını temin ettiği içindir. Aynı zamanda bu hükûmet şekli, insanlığın, içtimai heyetin muhtaç olduğu refah ve saadet vasıtalarını arayan ve bulan bir şekildir. Aynı zamanda biz elhamdülillah Müslümanız, dinîn esaslarını tetkik ettiğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükûmet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.

Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükûmet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükûmetin nasıl olması lâzım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şûradır, meclistir. Hükûmet behemehâl meclis hâlinde olmak lâzımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şûrasız muamele yapmazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas adalettir. Şûra, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükûmet şekli kınanmıştır.

Üçüncü bir esas vardır: Ulü’l-emre itaat etmek. Maalesef [ne yazık ki], bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok kötü yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lâzımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.

Tarihi bilenler çok iyi bilirler ki, hakikaten müstebit olan hükûmetlere ve hükümdarlara, “meşrudur” diyen ulema vardır. (Kahrolsunlar sesleri) Ve ancak böyle ulemanın tefsirleriyle ve fetvalarıyladır ki, Emevî halifeleri zamanında zalim bir saltanat kurulmuştur. Bu noktadan görüyorsunuz ki, bizim hükûmetimizin mahiyetinde bütün şartlar mevcuttur. Şunu da ikmal edeyim: Ulü’l-emirden maksat, bir adam değildir, belki çok adamlardır, çok adamlar olabilir ve onlar da zorbalıkla emredenler değildir; ilim ile fazilet ile üstün olan insanlardır. (Alkışlar) Hakikaten akıllı ve anlayışlı olanlar için çok faydalı bir şeydir, şu veya bu işte, o işlerde mütehassıs olan, engin bilgisi olan insanların sözlerine itaat. Çünkü böyle bir itaat iyiliği getirir; saadeti ve refahı getirir. Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lâzım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya malik olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükûmet odur.

Çok iftihara şayandır [değerdir] ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil hâlinde göstermiş oldu. (Alkışlar)

Arkadaşlar, artık bütün cihan görmeye ve anlamaya mecburdur ki, Osmanlı İmparatorluğu tıpkı Selçuki İmparatorluğu gibi tarihe karışmıştır. Ancak milletimiz, varlığına dayanarak ve bu varlığını sonsuz muvaffakiyetler ile dolu olan, üç seneye, dört seneye sığdırılamayacak kadar parlak ve geniş bir muvaffakiyete malik olan milletimiz, yeniden bir devlet vücuda getirmiştir ki, adına “Türkiye devleti” derler. (Sürekli alkışlar) Türkiye devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti tarafından idare olunur. Ve bu meclis, kanun yapma ve icra salahiyetlerine maliktir; milletin ve memleketin yegâne hakiki mümessilidir [temsilcisidir]. Bunun hükûmetine de “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” denir.

Osmanlı devleti maatteessüf [ne yazık ki] ölmüştür. Babıali hükûmeti maatteessüf ölmüştür. Veyahut maaliftihar [iftiharla] ölmüştür. Çünkü o ölmeseydi milleti öldürecekti. (Alkışlar) Sonra İstanbul’da ikide birde terzil [rezil edilen] olunan, tahkir [hakarete uğrayan] olunan, kovulan Meclisi Mebusan yoktur, ölmüştür. (Alkışlar) Böyle her hakaret gördükçe, her hakarete tahammül gösterdikçe, milletin de hakikaten hakarete layık olduğunu ve hakarete tahammül etmekte olduğunu ispattan başka bir şeye yaramayan o Meclisi Mebusan ölmüştür ve ölmeye mahkûmdu. (Alkışlar) Onun yerine Meclisi Mebusan namı değil Türkiye Büyük Millet Meclisi geçmiştir. (Yaşasın sesleri, alkışlar)

Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun maddelerini zihnen takip ediyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi iki sene vazife yapar. Her iki senede bir defa yeniden seçilir. Bu zaman meselesi münakaşa olunabilir bir meseledir. Denilebilir ki, çok ve devamlı bir iş yapabilmek için toplantı ve oturum müddeti fazla olmalıdır. Fakat bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir, daha öldürücüdür. Binaenaleyh, uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı hâlinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, millî emeller başkadır.

Hâlbuki üç sene ve beş sene meclisin içinde kapanmış olan insanlar adeta devletle alâkadar değilmiş, milletle alâkasızmış gibi başka türlü düşünüyor. Ve bunları milletin nam ve hesabına kaydetmek isterler ve edebilirler. Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır. Bu bakımdan ne kadar az olursa bittabi [tabiatıyla] bizim için o kadar arzuya şayandır [arzu edilir]. Eğer memleketimiz seri vasıtalara sahip olsaydı, şimendiferleriyle üç beş günde toplanabilmek ihtimali olsaydı, meclis her sene değişmeli idi. Hatta denilebilirdi ki, altı ayda değişmelidir. Ta ki millet anlasın ki, millet hâkimiyetini vermemek için ve herhangi şekil ve surette vermemek için, kaptırmamak için bütün vasıflarını, bütün dikkat ve uyanıklığını temin edebilmiştir. Bu emniyeti temin edinceye kadar çok kıskanç davranacağız. Onun için müddet iki sene kabul edilmiştir. Bu, mütalaata [tetkiklere, düşüncelere, değerlendirmelere] binaen [dayanarak, yapılarak] muvafık [uygun] uygun görülmelidir.

Bir de esaslı bir nokta vardır: Meclisin yalnız toplantı zamanı tayin olunmuştur. Fakat vekillerin gelmesi hiç kimsenin, hiçbir makamın davetine bağlı değildir. Millet, vekillerini seçmiştir. Onlar kendiliklerinden gelirler, meclise girerler ve tayin olunan zamanda işlerine başlarlar. Çünkü biliyorsunuz ki, efendiler, Osmanlı hükûmeti zamanında Meclisi Mebusan’ın toplanabilmesi, hükûmetin emriyle ve daveti ile vuku bulurdu. O müstebit hükûmetlerin elinde bu vesile bulundukça çok zamanlar bu müddet tehir olunmuştur. Ve hiç davet vuku bulmaması dahi vakidir. Bu kanun maddelerinden birisi belki nazarı dikkatinizi çekmiştir. Meclise verilmiş olan vazifeleri sayıyor. Mesela, şer’i hükümlerin uygulanması, harp yapmak, sulh yapmak ve şunu bunu yapmak gibi esas haklar meclise aittir deniliyor. Esasen icra ve teşrii salahiyetine malik olan ve millet ve memleketin tam bağımsızlığını ve kayıtsız şartsız hâkimiyetini milletin uhdesinde tutmaktan ibaret olan umdeyi düstur olarak ortaya attıktan sonra memleketi mamur, milleti mesut ve müreffeh etmekten ibaret olan vazifeleri yapmak için ayrıca değişikliklerde bulunmak. Meclis için lüzumsuzdur ve hakikaten lüzumsuzdur. Ancak biliyorsunuz ki, Osmanlı meşruti saltanatındaki Kanunu Esasi’nin salahiyetlere ait olan maddeleri doğrudan doğruya milletin meşru hakkı olan, tabii hakkı olan bütün vazifeleri hükümdarlara ve halifelere vermişti. Artık millete ve cihana ve o gibi adamlara bariz [açık] bir surette anlatmak lâzım gelir ki, bu vazifeler, bu haklar asla kimseye verilemez. Çünkü milletin hakkıdır; çünkü milletin hayatıdır, şerefidir, namusudur, haysiyetidir. (Alkışlar) Bu faziletlerden ayrılmaya rıza gösteren bir milletin artık bugün bu asırda insanlık cemiyeti içinde mevkii yoktur arkadaşlar.

Böyle bir içtimai heyet, bu insanlık cemiyeti içinde mutlaka yüzüne tükürülmekten başka bir şekil ve mevcudiyet gösteremeyecektir. Bizim milletimiz, böyle aşağılık bir millet olmak tenezzülünde bulunamaz. (Alkışlar)

Arkadaşlar! Millet ve memleket için yapılması lâzım gelen bütün işler, kanun yapmak, kanuna göre şunu ve bunu icra etmek, her ne lâzım gelirse bütün bu vazifelerin yapıldığı yer, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içidir, kendisidir. Ancak bu tam istiklâl ve millî hâkimiyetin korunması için konulmuş kati bir esastır. Fakat bu yol, bir meclis ne kadar büyük olursa millî hâkimiyeti o kadar çok temsil eder. Böyle bir meclisin yapılması tabii olan ve konulmuş kanunların dâhilinde bulunan işlerle dahi iştigal etmesi [meşgul olması] esasen lüzumsuzdur. İcrai vazifeler hakkında bir hadden sonrası için, yine kendi içinden seçtiği bir heyeti vazifelendirmektedir ki, ona biz heyeti vekile diyoruz. Heyeti vekile arkadaşlar, bir kabine değildir arkadaşlar.

Heyeti vekile, başlı başına bir mevcudiyet değildir. Heyeti vekile, umumi heyetin içinde ve onun temasında bir şeydir. Bu heyeti vekile, ancak umumi heyetten almış olduğu talimat dairesinde hareketle mükelleftir. Bunun haricine çıkamaz. Tereddüt ettiği noktada derhâl umumi heyete müracaat etmek ve alacağı yeni talimata göre hareket etmek mecburiyetindedir. Zaman zaman kulağımıza gelmiştir ki, kabine şekil ve mahiyeti daha faydalı olabilir. O da icraat sureti bakımındandır. Yani bir adam seçilsin ve o heyeti vekile reisi olsun… Hatırıma bir şey geldi. Onu hatırlatayım: Vekil demek, nazırın vekili demek değildir. Nazırın manası yoktur veyahut nazırın manası vardır. Eski müstebitlerin nezaretçisi olmak üzere… Dolayısıyla vekil doğrudan doğruya kast olunan manayı ifade eder. Onun için heyeti vekile reisi gibi bir adam seçilsin ve o kendi arkadaşlarını seçsin, itimat alsın. Bu kabine şeklinde daha çok birlik bir vaziyet olur ve daha çok çalışılır deniyor. Hâlbuki bu saydığımız olunca ve heyeti vekile meclisten çıkacak olan düstura göre, talimata göre, görüşlere göre, kanunlara göre hareket etmek mecburiyetinde olunca, birliği o küçük heyetin içinde değil, belki meclisin içinde aramak ve orada temin etmek lâzım gelir. Diğer bir şey hatırıma geldi. Bir bakıma bu tarz hükûmet başsız bir şeydir. Ve böyle olunca denge nasıl olacak? Hâlbuki başsız değildir ve dengesiz de değildir. Başsız değildir, çünkü meclisin müddeti kadar hayatı olan bir maliktir. Bir reise maliktir. Yalnız bu reisin, değişmez hükümdar gibi veyahut bir reisicumhur gibi salahiyetleri yoktur. Ve bizim memleketimiz, milletimiz için en muvafık olan budur. Eğer o baş diye seçeceğimiz adama, hatta hudutlu ve tayin edilmiş zamanda dahi olsa, değiştiremeyeceğimiz birtakım salahiyetler verirsek, bizim vaziyetimiz çok naziktir. Ufak bir zamanda, ufak bir tedbirle yine felâket mevkiine getirebilir. Dolayısıyla reisin vazifesi yalnız o makamı temsil etmekten ibaret olacaktır. Bütün hak, bütün salahiyet, milletin ve milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] bir topluluğun olacaktır. Bir şahsın olmayacaktır ve olmamalıdır. (Alkışlar)

Dengeye gelince: Yine Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda bir madde görürüz ki, o maddede üç mevcudiyet söz konusudur. Meclisten bahis olunuyor ve meclisin seçtiği bir riyaset makamından bahis olunuyor ve yine meclisin seçtiği vekillerden mürekkep bir heyeti vekileden bahis olunuyor. Ve bunlar arasında şöyle bir münasebet vardır: Meclis reisi meclisin kanunlarına imza koyar. Bu demek değildir ki, reis, meclisin çıkardığı kanunları tasdik eder. Yani meclis reisinin tasdik işareti olmadan o kanun katiyet kesbedemez [kazanamaz] fikri katiyen hatıra gelmemelidir. Böyle bir şey yoktur. Meclis kanunu yapar ve yaptım dediği gün kanun olmuştur. Reisin oraya imza koyması, meclisçe muamelesinin tamam olmuş olmasından başka bir şeye delalet [işaret] etmez. Çünkü meclisin yapacağı kanunun tasdiki sıfatını bir adama vermek demek, millî hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir. Zaten padişahların ve halifelerin şimdiye kadar haiz [sahip] olduğu en dehşetli ve öldürücü hak ne idi? Kanunları tasdik etmekti. Bizim usulümüzde hiç kimsenin meclisten çıkan kanunu tasdik etmeye salahiyeti yoktur; tasdik etmezse bir şey olmaz. Çünkü o sadece bir işaretten ibarettir. Yine o maddede bir hak görürüz ki, meclis reisi, heyeti vekile kararlarını tasdik eder; birisinde imza koyar, heyeti vekileninkini de tasdik eder. Bu da münakaşaya açık olan bir ifadedir. Yani meclis reisi, heyeti vekile kararlarını tasdik ettikçe heyeti vekilenin mesuliyeti kalkmış olabilir. Hayır, efendiler, meclis reisi, heyeti vekilenin mesuliyetine iştirak edemez. Meclis reisinin heyeti vekile kararlarına imza koyması iki bakımdan lüzumludur.

Birincisi, heyeti vekile, umumi heyetin mahiyetinden başka bir mahiyeti haiz değildir. Heyeti vekile, arz ve izah ettiğim gibi, birtakım esaslı noktalara daima riayetkâr olarak icrai teferruatta salahiyeti haizdir. O esaslı noktalar şunlardır: Heyeti vekile, devletin ve milletin tam istiklalini ihlal edebilecek bir karar alamaz. Heyeti vekile, millî hâkimiyete zarar verecek herhangi bir karar alamaz. Heyeti vekile, umumi heyetin vermiş olduğu talimata muhalif bir karar alamaz. O hâlde koskoca bir Meclis, on kişilik bir heyeti vekile seçti. Bu on kişi bir gün bu dediğim noktalara muhalif olarak bir karar alsa ve bu kararı tatbik etse ve bu tatbikin neticesinde de biz görsek ki hâkimiyetimiz kaybolmuş, tam istiklalimiz şu noktada yaralanmıştır, bunu anlarız. Belki tedbir alınmasına da teşebbüs ederiz. Fakat Bağdat harap olduktan sonra…

Meclis ve millî hâkimiyet, bu zevatın her hareketini kontrol etmek ve teftiş altında bulundurmak mecburiyetindedir. İşte bu itibarla, meclis reisi heyeti vekilenin bütün kararlarını görecek ve tasdik edecektir. Bunun tasdiki demek, tam istiklale muhalif ve millî hâkimiyete muhalif bir şey değildir; kanun dairesindedir demek için bunu teftiş etmektir. Pekiyi… Heyeti vekilenin herhangi bir kararını meclis reisi tasdik etmezse karar olmaz mı? Hayır… Böyle bir şey yoktur. Tasdik etmediği bir noktayı, bu dediğim esasa muhalif gördüğünden dolayı tasdik etmemiştir. Ama meclis reisinin de hatası ve aldandığı noktalar olabilir. O hâlde böyle tartışmalı olan bir nokta derhâl meclise arz olunur. Meclis ne karar verirse heyeti vekile öyle hareket eder. Meclis isabet etmemiştir. Hatta etmiştir zannetmiştir: Fakat zan dahi olsa çok kıskanç olan noktalar için bu kadarcık isabetsizliğin -mademki tashihi kabildir [düzeltilmesi mümkündür]- caiz görülmesi icap eder. Bu itibarla meclis reisi aynı zamanda heyeti vekilenin de tabii reisidir. İşitmişsinizdir ki, hem meclis reisi ve hem heyeti vekile reisi nasıl olur. Yani bir şahsiyet, iki makamın nasıl reisi olur? Dolayısıyla heyeti vekile reisini başlı başına serbest bırakalım. Meclis reisinin bunlarla hiçbir alâka ve münasebeti olmasın. Bu takdirde karşımızda bir heyet kabul ederiz ve onu istediğimiz gibi hırpalar, tartışır, sarsarız, mesul ederiz. Efendiler, bu da olamaz. Çünkü bu zihniyet eski şekillere alışmış olan zihniyetlerden başka bir şey değildir. O zaman bir meclis olursa, başında bir reis; bir heyeti vekile olursa, başında bir reis; yekdiğerinden ayrı iki parça hâlinde kalır. Behemehâl bu iki parçayı bir noktada birleştirmek lâzımdır. Pekâlâ, o hâlde başka bir reis seçelim. Bu iki reisten başka bir reis seçelim. Seçelim… Fakat bu kimin reisidir? İcra kuvvetinin reisi midir? Evet dersek, o vakit bir hükümdar yaratmış oluruz ve bu hükümdarla heyeti vekile alâkadar olur ve bunun karşısında da milletle alâkadar meclistir. Hayır, öyle olmasın… Meclisin reisi mi? Evet veyahut hayır… Şimdi tetkik olunursa mademki heyeti vekile vekiller heyetinden başka bir mahiyettedir, mademki meclis hem teşrii ve hem icrai salahiyeti haiz bir meclistir, o hâlde her ikisinin reisi olmak üzere bir makam lâzımdır. Zira bu makamları, teşrii ve icrai makamları ayırdığımız zaman meclisin mahiyetini de değiştirmiş ve bozmuş oluruz. Onun için her ikisinin üzerinde bir reis lâzımdır. Fakat arz ettiğim gibi, ne reisicumhurdur, ne hükümdardır; esasen hiçbir salahiyeti yoktur. Bir bakımdan meclisin muamelesinin son bulduğunu işaret eden bir adamdır. Diğer taraftan meclisin görüşüne göre hareket edip etmediğini kontrol eder. Heyeti vekilenin kontrolörüdür. Bununla beraber, bu şeklin yapmış olduğu birlik, bir “baş” tasavvur ettirir ki, o baş şu adamın bu adamın başı değildir. Belki o baş, o meclisin manevi şahsiyetinin başıdır. Belki o baş, bütün milletin manevi mevcudiyetinin başıdır. İşte bizim muhtaç olduğumuz baş, arkadaşlar, böyle bir baştır ve biz öyle bir başa sahibiz ve biz o başa daima hürmet edeceğiz. (Alkışlar) Yalnız hiçbir kötü yorumlamaya mahal kalmaması için şunu da ilâve edeyim ki, sakın manevi olduğunu iddia eden, ilahi ve semavi olduğunu iddia eden şahısların başıyla bir münasebet ve bir benzerlik bulmayasınız. Bu, hakiki bir baştır, öteki sahte bir baştır. (Alkışlar )

Arkadaşlar, mümkün olabildiği kadar hükûmet şeklimiz ve mahiyetimiz hakkında izahatta bulundum. Bittabii bunun üzerinde daha çok söz söylenebilir. Fakat bunu şimdilik o kadar lüzumlu saymıyorum. Muhataplarım zaten bu meseleleri benim kadar idrak etmişlerdir ve benden daha çok bu hususta cihazlanmışlardır. Yalnız bir fikirle şu bahsi tamamlayalım. Bu şekil ve mahiyetin diğer mevcut olan şekiller ve mahiyetlerle mukayesesi neticesinde demek istiyorum ki, bu hükûmet iyidir. Fakat benim bu sözüm o kadar ilmi değildir. Zira hangi hükûmet iyidir, sorusu sorulsa bunun cevabı yoktur. Hangi hükûmet iyidir? Her hükûmet iyidir ve her hükûmet fenadır. Ne şu içtimai heyetin teşkil ettiği bir hükûmetin, ne bu devletin iyi veya fena olduğuna dair bir hüküm verebilmek için, hükûmet teşkilinden kastedilen hususlar ne ise onu inceleyelim. Demin bir münasebetle [yeri gelmişken] arz etmiştim ki, bir içtimai heyetin hükûmet yapmaktaki gayesi, mevcudiyetini muhafaza etmektir, refah ve saadeti temindir. Şimdi bilhassa Türklerin şimdiye kadar tesis etmiş oldukları hükûmetleri bu bakımdan inceleyelim.

Mesela, Babıâli hükûmetini ele alalım. Ne lâzımdı? Milletin mevcudiyetini muhafaza etmiş midir? Zannederim bunun cevabını vermek için kimse bir an tereddüt etmez. Osmanlı devleti ve Babıali hükûmeti meşrutiyet usulü ile beraber bu milletin mevcudiyetini muhafaza etmiş midir? Hayır… Bir şey yapmıştır: Bu milleti mezara kadar getirmiş ve bir de tekme vurmuştur. O hâlde milletin refah ve saadetini elde edebilmiş midir? Zannederim ki, bunun cevabını da vermekte, dimağımızı çok yormayacağız. Zira İzmir’den Erzurum’a kadar, Karadeniz’den Irak ve Suriye vahalarına kadar görmüş olanlar, gözlerinin şahadetiyle ve görmemiş olanlar çok kolaylıkla öğrenebilirler ki, memleketimiz baştan nihayete kadar harabezardır. İnsanların yaşayabileceği bir tek şehre malik değildir.

Arkadaşlar, köyler çerden çöpten, samandan yapılmış birtakım yerlerdir. İnsanların yaşayamayacağı yerlerdir. Diğer taraftan yolumuz yoktur, bir şeyimiz yoktur. Bir de millet cahildir, fakirdir, sefildir. Neticesi bu…  O hükûmet şeklinin, o hükûmet mahiyetinin verdiği netice budur. O hâlde ilmen ve mantıken hükmetmek lâzımdır ki, o şekil ve mahiyet, bu milletin içtimai mevcudiyetine, mevcudiyetinin ihtiyaçlarına uygun düşmemiş olan bir şeydir. Eğer uygun düşseydi, netice böyle olmayacaktı. Bugünkü hükûmetin mahiyetine bakalım.

Millet, azami felâketin çukuruna getirildiği dakikada teşekkül etmiştir ve aradan henüz üç buçuk sene geçmiştir. Bu müddet zarfındaki faaliyeti, milletin mevcudiyetini muhafaza etmiş mi? Zannederim ki, olumlu cevap vermek mecburiyetindeyiz. Değil yalnız milletin mevcudiyetini muhafaza, milleti ölümden, felâketten kurtarmış ve o kadar parlak bir tecelli vermiştir ki, o mevcudiyetin tecellisinden, tezahüründen, bütün dünya hayretlere düşmüştür. (Bravo sesleri, alkışlar) Pekâlâ, milleti müreffeh ve mesut edebilmiş midir? Bunun cevabını vermekte eğer insaflı olmak istersek müşkülata düşmeyiz. Şüphe yoktur ki, asırların tahrip ettiği bir memleketi üç buçuk senede imar etmek imkânı yoktur. Asırların felâketzede kıldığı bir milleti, fakir düşürdüğü bir milleti, esasen hiçbir vaka olmamış olsaydı dahi üç buçuk senede zengin etmek kolay bir şey değildir. Yalnız milleti mesut ve müreffeh edebilmek için temin edilebilmesi lâzım gelen hakiki vasıtaları temin etmiştir. Ve bu, hiç şüphe yok millete çok şey vaat etmektedir. Ve bu vaatler o kadar kuvvetli, o kadar emniyet ve güven vericidir ki, bunda hiç kimsenin tereddüde düşmemesini bilhassa tavsiye ederim. (Alkışlar)

İşte Türkiye devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmetinin nasıl teşekkül ettiğini ifade etmeye çalıştım. Arzu ederseniz o noktadan bugüne kadar gelelim ve bu suretle de beyefendinin sorusuna ait cevabı tamamlamaya çalışayım. Hükûmetimiz, teşekkül ettiği gün, çok güzel fikirlere ve bu güzel fikirlerin fiili mevkiine [uygulamaya] konulması için çok vicdani teşebbüslere tevessül edilmiş [girişilmiş] olmakla beraber, vaziyetin maruz kıldığı imkânsızlığın da büyüklüğü önünde düşünmemek imkânsızdır…

İzmir ve civarında bekleme hâlinde bulunan Yunan ordusu doğuya doğru adımlarını uzattı. Vaka malumunuzdur. Memleket dâhilinde halife ve padişahın adamları ve kuvvetleri zavallı halkımızı birer birer yoldan çıkardılar ve kandırdılar ve ayaklandırdılar. Bunun üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti, bütün düşmanların cihazlandırmasıyla, takviyesiyle, teşvikiyle memleketimizi istilaya saldırılan canavarları tevkif etmek [durdurmak] için tedbir düşünmeye mahkûm idi. Diğer taraftan da asıl kendi hayatlarını, kendi refah ve saadetlerini kurtarmak istediği kendi ırktaşlarına, dindaşlarına karşı ayaklananları hakikate döndürebilmek için bir tedbir ve kuvvet kullanmak mecburiyetinde bulunuyordu.Hiç şüphe yok ki, düşmanlarımız milletin aldığı teşebbüsün mahiyetindeki geniş delaleti [yol göstericiliği], kuvveti, şümulü [kapsamı] gördüler. Ve milleti behemehâl öldürmekten ibaret olan kasıtlarını temin edebilmek için olan tedbirlere ve bu icra edilmiş şekle, bir an evvel son vermek icap ediyordu. Çünkü her geçen gün, bu memleket ve milletin hayatını ve kuvvetini yaratacak idi. Ve her geçen gün, onların suikastlarına bir perde çekmek suretiyle kendi kuvvetini gösterecekti. Onun için çok acele etmek lâzım gelirdi.

Düşmanlarımız bu acelecilikte kusur etmediler. Dolayısıyla bu devletin, Türkiye devletinin ve hükûmetinin hazırladığı bütün şeyler yeni yeni darbelerle yıkılmak istenildi. Ben bu vakaları burada saymayacağım. Çünkü hepsini bilirsiniz ve netice itibariyle bunları saymak lâzım gelmiyor. Bu hükûmetin mahiyeti o kadar bereketlidir ve başından, ilk gününden itibaren o kadar bereketli olmuştur ki, asırların hücumları karşısında acizlik gösteren eski Osmanlı İmparatorluğu’na karşılık, onun aciz ve miskinliğine karşılık büyük bir celadet [kahramanlık] göstermekte asla kusur etmedi. (Alkışlar)

Bana bu milletin içinde senelerce bulunmuş, bu milletin parası ile ekmeği ile yetişmiş, en büyük makamlarına çıkmış, dünyaya şöhret salmış en büyük adamlarından birisi demişti ki: Efendi, senin maksadın, zaten harap olmuş memleketimizi nihayetine kadar harap mı ettirmektir? Bu günün akıl ve mantığının kabul ettirdiği şey, düşmanlarımızın dediğini kabul edelim. Bunun neticesinde istiklalimiz elden gidecektir; fakat zarar yok… Dünyada istiklalinden mahrum edilmiş ve fakat bir zaman sonra tekrar çalışa çalışa istiklale mazhar olmuş milletler vardır. Ne yapalım, mukadder imiş… Bir defa bunu teslim edelim, sonra elde etmeyi düşünelim.

Ben bu zatın ismini size söylesem hayretlere düşersiniz. Ancak zamanı gelecek, bütün vakalar ve bütün sebepler söylenecektir. Ve belki söylenmek lâzımdır ki, milletimiz artık şu büyük, şu küçük, şu ortanca adammış gibi birtakım vesveselerle kendi kendini kandırmasın. Emin olasınız ki efendiler, bizi, milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan heriflerdir. (Alkışlar) Ben onlara şu cevabı vermiştim: Orta yerde namustan, şereften, istiklâlden ve hâkimiyetten yüz çevirmeyi gerektiren bir miskinlik vardır, bir alçaklık vardır. Fakat efendiler, bu miskinlik ve bu alçaklık, bu asil ve ulvi milletin kalbinde değil, senin kalbinde ve senin habis beynindedir… (Yaşa sesleri, alkışlar) Benim anladığıma, gördüğüme ve katiyen hükmettiğime göre bu millet karar vermiştir. Ya namusuyla yaşayacaktır veyahut bütün memleket yansın, yıkılsın, harap edilsin, yine bu devam edecektir. Bu memleketin en son tepesine çıkacağız. Ve orada taş taş üstünde kalmayıncaya kadar uğraşacağız ve en son nefesimizi orada teslim edeceğiz. Ancak ondan sonradır ki, düşmanlar bu memlekete sahip olabilirler. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) Cenabı Hakk’a çok şükrederim ki, bu kanaatlerimde ve bu kanaatlerimi açıkça izah eden ifadelerimin hiçbirinde aldanmadım; hadiseler, vakalar, sözlerimi ve kanaatlerimi teyit etti. Fakat teyit olunan, benim kanaatlerim ve benim his ve fikirlerim değildir; zaten millette mevcut olan his idi, fikir idi, kanaat idi. Noksan olan, gayret yokluğundan başka bir şey değildi.

Nihayet millet, birçok zahmetlere, meşakkatlere ve yoksulluklara rağmen, bütün bir düşman dünyasına karşı asaletiyle, necabetiyle [soyluluğuyla], insanlığıyla ve yaratılışındaki kudretiyle denk [orantılı] bir misal gösterdi. (Alkışlar) Bu memleketi çiğnemek için ve bu milleti esir etmek için gelen düşman ordularını en son kıtasına kadar, en son cüzütamına [birliğine] kadar tamamen mahvetti ve bu topraklara gömdü. (Alkışlar) Milletimiz öz ve kahraman evlatlarından mürekkep [meydana gelen] ordularının muvaffakiyetleriyle, parlak muvaffakiyetleri ile ve hiçbir milletin tarihinde bir misli görülmemiş olan hareketleriyle iftihar edebilir. (Alkışlar) Fakat milletimiz daha başka bir şeyle de iftihara hak sahibidir. O da, insanlığıyla, sulh ve selamette kalmaya olan kati meyli [eğilimi] iledir ki, bunu da milletimiz ispat etmiştir. Hakikaten, muzaffer ordularımızın hiçbir hareketini, hiçbir şekil ve surette bir an durdurmaya maddi imkân mevcut olmadığı bir dakikada bize dediler ki: “Millî emellerinizi, tabii haklarınızı ve şimdiye kadar sizden esirgediğimiz ve vermediğimiz ve vermek istemediğimiz şeyleri size vereceğiz… Bunun için kavga etmeye hacet yoktur, buyurun sulh masasına.” İşte bu teklife karşı bütün millet ve bütün meclis ve hükûmetiniz, samimiyetini kullanarak muvafakat [rıza] gösterdi. Ve derhâl muzaffer ordularımız durduruldu ve beklemeye konuldu. Ve murahhas [delege] heyetimiz Lozan’a gönderildi.

Efendiler, Lozan Konferansı’nın iki aydan beri devam eden müzakerelerinin neticeleri gazetelerle intişar etmektedir [yayımlanmaktadır]. Hatta en son malumat [bilgiler] bile gazetelerinize intikal etmiş gibidir. Onun için aynı şeyleri tekrar etmekten çekineceğim… Yalnız, son günlerin tecellileri bütün millet ve memlekette menfiye daha çok meyil göstermiş mülahazalar [değerlendirmeler] doğurduğu için birkaç söz söylemek lüzumlu olacaktır. Bir iki noktaya dair arkadaşlarımızın soruları da vardır.

Arz ettiğim gibi biz, büyük bir iyi niyetle sulh ve sükûnun bir an evvel geri gelmesini temin hususundaki ciddi arzumuzla konferansa gittik. Bu arzularımız ciddiydi ve bunun delilleri barizdir [açıktır]. Çünkü memleketimizi imar etmek istiyoruz. Bu, çok çalışmayı gerektirmektedir. Ve biz milletimizi mesut ve zengin yapmak istiyoruz. Hiç şüphesiz, bunun için çok çalışmak lâzımdır. Harabeye dönmüş olan memleketler ve bu harabelerin sakinlerinden ibaret olan fakir milletimizle, itiraf edelim ki, bu asırda yaşanamaz. Hâlbuki biz yaşamak istiyoruz ve yaşamaya hakkımız, kudretimiz vardır. O hâlde bütün bu şartları unutarak serserilik yapacak kadar muhakemesiz ve mantıksız da değiliz. Böyle olmadığımızı da dört senelik harekât ile ve bunun neticeleri olan hadiseler ile bütün cihana karşı ispat ettik. Eğer biz harp ettiysek, bu, harp etmiş olmak için değil, fakat hayatımızı ve hayat vasıtalarımızı kurtarmak içindi. Ve bunun için mecbur idik, mecburuz ve mecbur ederlerse devam ederiz. (Yaşa sesleri, alkışlar) Hâlbuki arkadaşlar, muhataplarımızda aynı samimiyeti bulmadık. Bizim zihniyetimizle muhataplarımızın zihniyeti arasında büyük farklar zaten mevcut idi. Fakat gördük ki, onlar henüz zail olmamıştır [ortadan kalkmamıştır]. Aramızda esaslı farklar vardır. Ve bu, dün ve bugün tamamıyla ortaya çıkmış bulunuyor.

Efendiler! Babalarımızdan, dedelerimizden, her tanıdığımızdan işittiğimiz ve kitaplarda okuduğumuz ve ismine de Şark Meselesi denilen bir şey vardır. Bu Şark Meselesi, belki başlangıçta yaptığım bazı safhalarla intikal temin olunur bir nazariyedir. Fakat bütün o şümullü manalardan gözümüzü ayırarak bugünkü değil, dünkü vaziyete gelecek olursak, doğrudan doğruya anlaşılması lâzım gelen şey, Osmanlı Devleti’nin yıkılması, tarihten, coğrafyadan, haritadan çıkarılması, silinmesi için Garbın [Batının] duyduğu şiddetli arzu idi.  Çünkü Garp öyle bir zihniyet hâsıl etmişti ki, Osmanlı Devleti’ni yıkmakla, Osmanlı Devleti’ni vücuda getiren aslî unsur da kendiliğinden yıkılmış olacaktır.  Tabii çok esaslı olarak aldandıkları bir şeydi. Ancak birincisinde muvaffak oldu; Osmanlı Devleti’ni yıktı ve tarihe geçirdi. Fakat ikincisinde muvaffak olamadı, olamaz ve olamayacaktır. (Alkışlar) Ancak bunda da gafildirler. Zira bu Şark Meselesi namı altında Osmanlı Devleti’ni ve Türk unsurunu, devletler kuran, büyük imparatorluklar yaratan kuvvetli ve kudretli Türk Milleti’ni behemehâl [mutlaka] mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının dimağında hâsıl olmuş bir nokta-i nazar [görüş noktası] değildir. Bundan evvel, çok ve çok evvelki zamanlarda yerleşmiştir.

Bu, adeta babadan evlada irsen intikal eden bir zihniyet, bir âdet, bir anane olmuştur. Onun için Garbın bu ananeden vazgeçmesi, bu miras alınmış zihniyeti değiştirmesi, bozması, itiraf etmek lâzım gelir ki, o kadar kolaylıkla mümkün olmamıştır ve olmayacaktır. Garp, hâlâ bir hakikati görmek ve itiraf etmek istemiyor: O da eski Osmanlı Devleti’nin mahv ve yıkılmış olduğunu ve yeni Türkiye Devleti’nin ortaya çıktığını. Ve öyle bir Türkiye ki, aslına mahsus olan tazeliğiyle, imanıyla, azmi ve kudretiyle meydana çıkmıştır. Ve bütün bu vasıflarını şimdiye kadar kendine zulmedenlere, gadredenlere ve susanlara karşı intikamını alabilmek için kullanacaktır. (Alkışlar)

Arkadaşlar, intikamdan bahsettiğim zaman zannolunmasın ki, Osmanlı Devleti’nin muhtelif devirlerinde olduğu gibi şuraya buraya hücumlar yaparak, birtakım insanların, birtakım milletlerin memleketlerine ve menfaatlerine tecavüz etmek suretiyle intikam alacağız. Hayır! Yeni Türkiye’nin ve hükûmetinin ve bunu yaratan, yapan milletin bugünkü mefkûresi o değildir. Yalnız, intikamını zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. (Alkışlar) Bu cihan bizim kalbimizde ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa, bizim hakkımızdaki, kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça, intikam hissi devam edecektir. (Alkışlar) Bir şairimizin söylediği güzel bir şey vardır ki, içimizde bilenler vardır:

Garbın cebin-i zalimi [korkak zalimi], affetmedim seni,

Türküm ve Müslümanım kalsam da bir kişi.

İşte efendiler, bir kişi kalsak bile behemehâl düşmanlarımızın kalbinden zulmü çıkaracağız. Ve o zaman diyeceğiz ki, kalbimizde intikam kalmamıştır. Düsturumuz bu olacaktır. (Alkışlar) İzah ettiğim gibi, muhalif zihniyette bulunan heyetler karşı karşıya geldi. Görünürde çok nazik, fakat hakikatte aynı zihniyetin mahsulleri tecelli ediyor. Biz Misakı Millî ile tespit ettiğimiz zaruri şartları elde etmeye mecburuz. Müzakereler o hâlde cereyan ederken bu esaslardan hangileri, ne dereceye kadar temin edilmiştir, tetkik edebiliriz. Mesela Misakı Millî’nin birinci maddesini hatırlarsanız, bu madde arazi ve hudut meselesidir. Hâlbuki bugünkü neticeye göre henüz muhataplarımız bugünkü millî hudutlarımız dâhilinde bulunan memleketimizin kısımlarını bize vermek istemiyorlar. Mesela. Musul ve Musul’un güneyindeki kıtayı bizim elimizden, bizim anayurdumuzdan gasp etmek istiyorlar. Aramızdaki anlaşmazlık, biz bu noktayı hallederken, bunu bir vatan meselesi, bir memleket meselesi olarak mütalaa ediyoruz; onlar ise bir petrol meselesi olarak mütalaa ediyorlar [değerlendiriyorlar]. Zihniyetteki fark bundan ibarettir. Petrolü alabilmek için bir milleti evinden kovmak istiyorlar. Bir milletin evinin bir köşesini ne olursa olsun işgal etmek istiyorlar. Aynı zamanda o köşede bu içtimai heyete örfen, hissen, dinen bağlı bir insan kitlesi vardır. Hayır, onları da esir edeceğiz, diyorlar. Biz diyoruz ki: Bu evin sahipleri bizim umum [bütün] evimizin sahipleridir ve bu ev bizim evimizin kısımlarındandır; bunu sakinlerinden soralım.

Hayır, soramayız; zira onlar adam değildir, diyorlar.

Efendiler, İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar ve kaçınmıyorlar. (Kahrolsun sesleri) Sonra, Misakı Millî’nin en mühim maddelerinden birisi de biliyorsunuz ki, kapitülasyonlar meselesidir. Vakıa [gerçi] mali kapitülasyonlar kaldırılmıştır diye bir telaffuz var. Fakat bu kaldırılmış olmakla beraber önümüze bir sıra mali meseleler koyuyorlar ve her birinin sonunda yine kapitülasyon var. Demin bir arkadaşımız dedi ki, gümrüklere yüzde şu kadar bilmem ne konuyor. Hâlbuki şu veya bu eşya girmeyecektir diye kanun varken bunu bozmak için diğer bir kanun yapılıyor.

Efendiler, ben de o arkadaşım ile hemfikir olarak düşünebilirim ki, memleketin serveti lüzumsuz yere harice çıkmasın. Bunu temin eden şey, hariçten dâhile girecek olan eşyaya gümrükler koymakla temin olunur. Devlet bu hususta serbest olmazsa, hariçten girecek mal üzerinde tesirli olmazsa ve koyacağı gümrük resminde [vergisinde] serbest olmazsa, bu mesele, kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi? Tabii hayır… İşte muhataplarımız bu ve bu gibi noktalarda bizi hâlâ kendi arzularına ram etmek [boyun eğdirmek] için icbarda [zorlamada] bulunuyorlar. O arkadaşa cevaben diyorum ki, arkadaş, bu dediğiniz mesele en mühim bir meseledir. Şöyle veya böyle olsun demekle, milletin ve onun temsilcisi olan meclis ve hükûmetinin tam istiklâl hâlinde olması lâzım gelir; tam istiklâl hâlde bulunmak lâzım gelir.

Tam istiklâl hâlinde bulunduktan sonra müspet [olumlu] veya menfi  [olumsuz], faydalı veya zararlı olan şeyler hakkında hata edilirse onların düzeltilmesi kolaydır. Fakat yeter ki hariç bize bunu emretmesin. Hariç bunu şimdiye kadar emrediyordu. Ve hâlâ da emretmek istiyor ve bu emri bize kabul ettirecek sulh yapmak istiyorlar. Bizim milletimiz ve hepimiz samimi olarak sulh istiyoruz. Fakat sulhtan bahis olunduğu zaman her hâlde hakiki hayat vasıtalarımızı istiyoruz, bunu temin etmek istiyoruz demektir. Sulhun manası bizce budur. Yoksa hayat ve istiklâl vasıtalarından mahrum olan bir şekle biz sulh diyemeyiz. Şimdiye kadar çok aldatılmışızdır ve böyle laflarla aldatılmışızdır. Fakat bundan böyle hiçbir şekil ve surette aldanmamaya karar verdik ve aldanmayacağız.

Sonra adli kapitülasyonlara gelince: Adli kapitülasyonlarda muhtar [karma] mahkeme adı altında yine adli kapitülasyonları bize kabul ettirmek istiyorlar. Memlekette kaza [yargı] hakkından mahrum olmak veyahut kaza hakkında kayıtlanmış olmak, tam istiklâl ile bağdaştırılamaz. Sonra efendiler, mesela harpten ve harp tedbirlerinden doğmuş zararlara mukabil [karşılık] bizden 15 milyon altın lira tazminat istiyorlar. Buna mukabil, bütün memleketimizin Yunanlılar tarafından uğratıldığı harabiyet malumdur. Bizce malum olduğu gibi kendilerince de malumdur. Biz bu harabiyeti mamuriyeye çevirebilmek için bugün kâfi paraya malik değiliz. Harap edenlerden elbette tazminat almak lâzımdır. Hâlbuki biz istediğimiz zaman vermeyiz diyorlar ve vermeyeceğiz diyorlar. Fakat buna mukabil bize, utanmadan 15 milyon lira vereceksiniz diyorlar ve bunu altın olarak vereceksiniz diyorlar. Bizim hakkımızı vermiyor ve verdirmiyorlar. Hâlbuki insanlığa, medeniyete karşı haşin olacak derecede kirlenmiş olan bu hareket tarzının herhâlde cezası olarak verilmek lâzımdır. Eğer bu muhataplarımız, zerre kadar insanlıkla, hak ile alâkadar iseler, memleketimizde habaset [kötülük] yapan canilerin cezası verilmelidir ki, insanlık için bir numune ve bir ders olsun. İtilaf devletleri böyle bir dersin verilmesine engel oluyorlar.

Boğazlardan bahis olundu. Boğazlar, malumu alinizdir ki, Misakı Millî’de başlı başına bir madde hâlinde ifade olunur. Talep ettiğimiz, İstanbul’un ve Marmara’nın emniyeti masun [korunmuş] kalmak şartıyla Boğazları açık bulundurmaktır. Şimdiye kadar cereyan eden müzakereler neticesinde ifade olunan en son şekiller dahi bu noktayı tatmin edecek mahiyette değildir. Ve henüz kabul edilmiş değildir.

Arkadaşlar! Bilhassa bu noktada dahi aramızda en büyük fark ve uyuşmazlık onların kontrol fikrini ihtiva eden tedbirlerdir. Yalnız halledildiği bildirilen bir mesele varsa, o da esirler ve ahali mübadeleleri mukavelelerinden ibarettir. Esirlerin ve ahalinin mübadelesi mukavelelerini Yunanlılarla bizim murahhaslarımız [delegelerimiz] imza etmiş oluyorlar. Ve bu suretle Misakı Millî’mizdeki azınlık meselesi kısmen halledilmiş bulunuyor. Çünkü bu suretle de kısmen aleyhimize halledilmek istenilmiştir.

Bu verdiğim izahatın hâsıl edeceği fikir ve hisse göre yorumlanma kabiliyeti olan bir proje son günlerde murahhas heyetimize verilmiştir. Murahhas heyetimiz bu projeye karşı mukabil bir proje ortaya koyacaktır. Yalnız şimdiden söyleyebilirim ki, İtilaf Devletleri’nin bu konuda müzakerelerden ve münakaşalardan sonra vermiş oldukları sulh projesi muhteviyatı, tam istiklâl isteyen milletimiz için hiçbir vakit kabule şayan [değer] görülemez. (Alkışlar)

Arkadaşlar! Sulh istiyoruz, fakat dediğim gibi tam istiklâl istiyoruz. Sulhun manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. (Alkışlar) Arkadaşlar, on sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve tahkir edilmiş bir dereceye indirildikten sonra ölmektense hiç korkmayınız, kalp ve vicdanınız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar)

Uncategorized içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

İSTANBUL’UN FETHİ

29 Mayıs 1453-29 Mayıs 2022

29 Mayıs 2022, bugün İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te fethinin 569. yıldönümüdür. Kutlu olsun. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğunu tarihten silen bir ecdada sahip olmak ayrı bir mutluluk kaynağıdır.

Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devletine hizmet etmiş devlet adamlarımızı, ilgili kurum ve kuruluş mensuplarını rahmet ve minnetle anarım.

Fethin yıldönümü, merhum eski İstanbul vali ve belediye başkanı Fahrettin Kerim GÖKAY döneminden (1953’ten) beri mahalli yönetimlerce kutlanmaktadır.

Türk tarihi bir bütündür. Bu bütünlük; “Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla bağlılık” ilkeleri ve anlayışı çerçevesinde yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu anlayışla İstanbul’un Fethi kutlanırken İstanbul’un nasıl fethedildiği, İtilaf devletlerince İstanbul’un 13 Kasım 1918’de fiilen ve 16 Mart 1920’de resmen niçin ve nasıl işgal edildiği [1], İstanbul’un 6 Ekim 1923’de İtilaf devletlerinin işgalinden nasıl kurtulduğu/ikinci defa fethedildiği [2] birlikte/tarihi bütünlük anlayışı ile incelenmeli ve değerlendirilmelidir.

Fetih Marşı

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;

Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek…

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..

Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden…

Senin de destanını okuyalım ezberden…

Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini…

Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini?

Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini…

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..

Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır.

Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.

Haydi artık uyuyan destanını uyandır!..

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın

Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!..

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan

Yürüyeceksin… Millet yürüyecek arkandan!

Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan …

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!

Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!

Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın…

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!..

                                            Arif Nihat ASYA

DİPNOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-isgali/

[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-kurtulusu/

Uncategorized içinde yayınlandı | ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (3)

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Kadının Aile ve Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi]

Arkadaşlar, Yaradan, insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsleri yekdiğerinin lâzımı ve melzumu [tamamlayıcısı] olmak üzere yaratmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birlik hâlinde bir şeydir; çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’nın nasıl yaratıldığına dair olan nazariyeler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız, herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonraki insanlık safhalarında her ne görürseniz kadının eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile belki hayatımın çok senelerini evham içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, vehmedilen şahsa karşı çok ibadet ettim, çok dua ettim. Eğer annem bana böyle yanlış bir terbiye vermemiş olsaydı, belki çok zaman evvel başka türlü de düşünürdüm ve benim gibi herkes de başka türlü düşünürdü ve bu felâketlere uğramazdık.

Arkadaşlar, bu birlik teşkil eden mevcudiyet hakikatte birtakım vasıfların ve şartların mevcudiyetini ve karşılıklı olmasını lüzumlu kılar. Eğer bu mevcut olmazsa, belki birlik vardır ama bir taraflı vardır. İki şahıs arasında yapılacak olan bir mukayese, iki cinsten meydana gelen bir içtimai heyet için de aynen vakidir. Daha açık söyleyeyim; bir içtimai heyet, yalnız bu iki cinsten birinin insani icapları, asri icapları almasıyla yetinirse, bu içtimai heyet yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. Tam yarıda da değil, yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. İçtimai heyetin kuvvetli olabilmesi, zayıf olmaması bu iki unsurun çok kuvvetli kaynaşmasıyla mümkündür. Bu itibarla herhangi bir millet cidden ilerlemek, medenileşmek ve gelişmek isterse, bu arz ettiğim noktayı kabul etmek mecburiyetindedir. Çok kati ifade ederim ki, şimdiye kadar bizim milletimizin başvurduğu mesaide muvaffak olamaması, bu arz ettiğim noktadaki kusurdan kaynaklanmaktadır. (Alkışlar)

Arkadaşlar, insanlar dünyada muktedir olduğu kadar yaşamak için bulunuyorlar; yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek yükselmek demektir. Dolayısıyla bir içtimai heyetin bir uzvu faaliyette bulunursa ve diğer uzvu atıl kalırsa, o mevcudiyet tam olarak hayatta değildir. Büyük kısmı felç olmuş demektir ve böyle felçli bir içtimai heyeti behemehâl [mutlaka] ilerlemeye, medenileşmeye sevk edeceğim diye çalışanlar çok beyhude bir çaba içindedirler.

Hayatta çalışmak ve muvaffak olabilmek için ne kadar vasıtalar varsa, ne kadar şartlar varsa bunların tamamını kabul etmek lâzımdır. Dolayısıyla ilim lâzım, fen lâzım ve bu ilimle fennin talep ettiği mesai lâzım. Bunların tamamını ve aynı derecede olmak üzere hem erkeklerin ve hem kadınların yapması lâzımdır. (Alkışlar) Malumdur ki, bir içtimai heyeti teşkil eden fertlerin bir umumi ve müşterek bir vazifesi vardır, bir de hususi vazife ve tasavvuru vardır. Herkes doktor olmaz, herkes çiftçi olmaz, herkes sanatkâr olmaz. Vazife taksimi [işbölümü]  lâzımdır. Bu umumi vazife taksimi arasında -ki, bunlara hususi vazife dersek- kadınların kendilerine ait hususi vazifeleri de vardır. Fakat bu demek değildir ki, kadınlar bütün hayati mevcudiyetlerini yalnız bu mahdut [sınırlı] sınırlı olan hususi vazife içinde görecek. Hayır, hem onu yapacak ve hem de içtimai hayatın gelişmesi, refahı, saadeti için lâzım gelen umumi ve müşterek vazifeye dâhil olacaktır. (Alkışlar)

Efendiler, kadınların hususi vazifesinin de umumi olarak hususi vazifelerden bir farkı vardır, esaslı bir farkı vardır. Bu kelimeden zannolunmasın ki, bir kadının hususi vazifeleri demek ev vazifeleri demektir. Ev vazifeleri demek, o vazifelerin en ufak, en teferruatlı kısmındandır. Fakat kadının en mühim vazifesi validelik vazifesidir. Bir milletin ilk mektebi kadının kucağıdır.

Arkadaşlar! İnsan yetiştirmekte ilk talim ve terbiyenin ne kadar mühim olduğunu takdir etmeyen asrımızda hiçbir fert yoktur. İlk terbiyenin mükemmel olmamasının, ilk terbiyenin fena verilmesinin, yanlış verilmesinin doğuracağı mahzurlar [sakıncalar], hiç verilmemesinden daha çoktur ve daha büyüktür. Çok arzuya şayandır [arzu edilir], böyle yanlış bir terbiye yerine, saf ve samimi kalabilmesi için hiç terbiye almasınlar. Hâlbuki buna imkân yoktur. Ana, kucağında taşıdığı çocuğa söylediği her kelime ile bir ders vermektedir. Çocuklar, analarının her hareket tarzından bir ders almaktadırlar. Ve öyle dersler ki, bugün dimağlarımızı yoklayalım, hâlâ yerleri vardır. En yanlışının yeri en derindir. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Dolayısıyla, kuvvetli millet yapmak istiyoruz, insan yapmak istiyoruz, her şeyi istiyoruz. Bunları kim yapacak? Milletin fertleri. Kim yapacak bunları? Farz edelim ki, erkekler yapacaktır. O hâlde erkeklerin nasıl yetişmesi lâzımdır? Ve ne için yetişmesi lâzımdır? Ve ne yapacaktır? Bir defa bunları kadının bilmesi lâzımdır. Hâlbuki kadının bunu bilebilmesi kolaylıkla kendi kendine hâsıl olur. İlim mertebesinde değildir. Bu itibarla kadınlar âlim olacaktır; fen sahibi olacaktır. Erkeklerin geçebileceği bütün tahsil derecelerinden geçecektir. Sonra kadınlar, içtimai hayatta erkeklerle beraber yürüyecektir. Ve daima birbirinin yardımcısı ve yol göstericisi olacaktır. Ve acaba bizim milletimiz de böyle değil midir? Ve bizim milletimizin de böyle olmaması için ne mani [engel] vardır?

Efendiler, affedersiniz, bir noktayı izah için biraz duracağım. “Efendiler” dediğim zaman, hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylık için ve hanımlarla efendilerin tam birliğini ifade etmek için bu hitap tarzını münasip gördüm. 

Daima öne sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti mahvetmek isteyen o koyu düşmanlar, bizi daima her işimizi dinîn tesiri altında yapmış olmakla ve böyle yapışların da mutlaka neticesiz hedeflere varacağını iddia etmekle itham etmektedirler.

Hâlbuki arkadaşlar, bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinîmiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. Tabii içimizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki, Allah’ın emri, Müslim ve Müslimenin -evli kadınlar da beraber olarak- her türlü ilim ve irfanı kazanmasıdır. Dinîn emrettiği budur. Yine hepimiz biliriz ki, bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla cihazlanmaya [donanmaya] dinen mecburuz. Evvela derim ki, Allah’ın emri, Müslim ve Müslimenin aynı derecede ilmen, fazileten ve her noktai nazardan [bakımdan] olgunlaşmasıdır. İkinci şey, yani Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dolayısıyla dinîn böyle bir engellemesi yoktur.

Sonra tarihin başından, din tarihimizin, millî tarihimizin başlangıcından bugüne kadar bütün safhalarını tetkik edecek olursak, görürüz ki, ne İslâm ve ne de Türk tarihinde bugün nazarı dikkati çeken ve bugün bertaraf etmek için türlü kayıtlarla bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktu. (Alkışlar) Diğer bir yerde de bu konuda söz söylerken arz etmiştim ki, Türk içtimai hayatında kadınlar daima ilmen, irfanen, fazileten ve fiilen erkeklerden bir zerre geriye kalmamıştır. Belki daha ileri gitmişlerdir. İleriye gidenler pek çoktur. Ve din tarihimizde de görürüz ki, aynıdır. Kadınlar daima erkeklerle beraber çalışmışlar, beraber yürümüşlerdir. Beraber muvaffak olmuşlar veyahut beraber muvaffakiyetsizliğe uğramışlardır.

Bugün baştan nihayete kadar memleketi ve milleti inceleyelim. Nasıldır? Millî tarihimizin, dinî hadiselerimizin ve ilahi emirlerin emrettiği, caiz gördüğü tarzda mıdır? Yoksa başka bir şekilde midir? Ben zannediyorum ki, bu umumi manzara üzerinde gözlerimizi gezdirdiğimiz zaman açıkça görülen iki safha vardır: Birincisi, tarlalarda sabanına yapışmış olan kadınlar, çocuğunu merkebine bindirmiş arkasından takip eden ve pazara giden kadınlardır. Ve pazarda hepiniz ve ben de gözümle gördüm ki, kızı, anası, babası, çocuğu ve kocası oturmuştur, pazar meydanında terazi elinde olarak anasının, babasının getirdiği şeyi satar. Ve ben öylesine tesadüf ettim ki, kocasından daha güzel hesap yapar. Satıyor, aldığı parayı çocuğu veya babası hesap edemez de o köylü kadın parmağıyla o neticeyi daha güzel bulur.

[Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal]

Ben fırsat buldukça köyleri dolaştım. Kendimin ne olduğunu gizleyerek birdenbire dâhil olduğum evler vardır. Böyle girdiğim zaman çoğunlukla kadınlar tarafından karşılanmışımdır. Mesela hatırıma şimdi gelen bir misali arz edeyim: Akşehir civarında bir gün çok yağmur yağıyordu ve çok soğuk vardı. Herkes bir tarafa sinmişti. Böyle bir günde otomobile bindim ve civar köylerden birine girdim, indim ve yayan yürüyerek bir kapıyı vurdum. Bir genç kız çıktı. “Hemşire” dedim, “çok soğuk ve yağmur var, beni kabul eder misiniz?” dedim. “Buyurun” dendi. Evvela beni bir odaya koydular ve yeniden ateş yakmaya çalışıyorlardı. Fakat gördüler ki, bu ateş yanıncaya kadar zaman geçecektir. Birisi dedi ki, “bizim kendi odamız vardır. Orada ateş yanıyor, oraya gelmez misiniz?” “Pekâlâ” dedim; kendilerinin ocağı tüten odalarına girdik. Oturdular, derken komşudan bir hanım daha geldi. Beş on kadın, genç ve ihtiyar olmak üzere geldiler, oturdular. Ondan sonra bir erkek geldi, biri daha geldi, oturdu. Ve konuştum. Birisi dedi ki: “Sana sütlü kahve yapayım.” Teşekkür ettim. Bana sütlü kahve yaptı ve konuşurken, arkadaşlar, bana en çok soruyu soran kadınlardı. Askeri sordular -askerden bazısının çıplak olduğu dikkati çekmiş-, düşmanın hâlini, en mühim düşmanın hangisi olduğunu sordular. Kocası falan ve falan yerde bulunan kadın vardı; aldığı mektupta çok dikkat çekici noktalar gördüğünü bana söyledi. Dolayısıyla hiçbir telaşa lüzum görmeksizin, mükemmelen ve insanca, bu kadınlar orada benimle ve arkadaşlarımla görüştü. Ondan sonra benim ne olduğumu anladılar. Biraz telaş ettiler ve söyledikleri şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular. Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat kabul etmişlerdi. Neyse, demek ki tabii hâlde benimle temasa geldiler, telaşlanacak bir şey görünmüyordu. Biraz sonra büyük bir ağırlık kafalarında baskı yaptı. İhtimal ki, o güzel hareketlerinden dolayı kendilerini hatalı göreceğimi zannettiler. Zira babaları, anaları, silsilesi ona onu öğretmiştir. O hâlde baştan nihayete kadar kadınların çoğu içtimai hayatta beraberdir, mesai hayatında beraberdir. İlim ve irfan hayatında beraberdir efendiler… Çünkü hangi köyde bütün erkekler okumuştur da kadınlar cahil kalmıştır. Hayır, eğer bir köyde bir tane ve iki tane okumuş erkek varsa mutlaka bir tane ve iki tane okumuş kadına tesadüf edersiniz.

Eğer cehalet varsa bu umumidir; yalnız kadınlarımıza ait değildir, erkeklerimizi de içine alır. Yalnız büyük şehirlerimizde ve kasabalarda bu izah ettiğim hayattan ayrılan, bununla çelişen bazı manzaralara tesadüf ediyoruz. Diğer bir manzaraya da tesadüf ederiz. Fakat belki bizim gözlerimiz bu manzarayı görmemiştir. Belki kitaplarda ve romanlarda okumuştur; daha çok Batı romanlarında okumuştur; o da kafes romanı. Ben zannediyorum ki, bu millete ve bu memlekete -hepinizce malum olduğu gibi-nereden geldiği, şuradan ve buradan geldiği muhakkaktır. Şuradan ve buradan intikal etmiş olan bu yanlış âdet -ki ne din, ne hayat ve ne tabiat bunu kabul eder ve ne de Allah emretmiştir- bu kötü hâlleri Garbin süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikaten yukarıdan aşağı düpedüz bir kafesle ayrılmış birtakım mahlûklarla doludur. Kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin [yabancıların] nazarı dikkatini çeken mühim manzara ve ifade olunan mühim hâl, cümlemizce [hepimizce] malumdur ki, daha çok tesettür şekli üzerinde toplanıyor. Bu tesettür şekline bakanlar hükmediyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu tesettür şekli dahi din icabı değildir. Hatta o kadar değildir ki, gayri meşrudur. Din icabı olan tesettürü ifade etmek lâzım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, tesettür kadınlara külfeti mucip olmayacak ve adaba muhalif olmayacak şekilde olmamak şartıyla basit e olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hâsıl olacak olan tesettür şeklinin belki Garp âlemindeki tesettür şeklinden az çok farkı olabilir. Fakat meselenin mühim noktası behemehâl uymak da değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki, tesettür şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru aşırı mertebeye getirmiş olmasın.

Kadınlarımızın, İslâm kadınlarının ve Türk kadınlarının ilimde ve fazilette ve faaliyette çok ileri gitmiş olduklarını tarih bize söylemektedir. Benim bugün burada yaptığımı, çok arzu ederim ki, hanım arkadaşlarımızdan birisi yapsın ve hanımlarımız bunu yapar. Hiçbir şer’i mani ve tabii mani yoktur ve olmamalıdır. (Sürekli alkışlar)

Efendim, yeri gelmişken söyledim, asıl silsileye devam edeceğim. Müsaade buyurursanız, bir noktaya ait son sözlerimi şu suretle ifade edeyim: Adam olmak istiyoruz. Bizi adam edebilecek analarımız olmak lâzım gelirdi. Edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünkü esas icaplara ve ihtiyaçlara, asırların geçmesiyle bizi maruz bıraktığı zayiatı [kayıpları] telafiye kâfi değildir. Başka zihniyette, başka fikirde, başka kemalde [olgunlukta] insanlar lâzımdır. Bunlar da bize yarayacak olan anaları yetiştirmektedir, bugünden sonra yetişecek validelerdir. (Alkışlar)

Memleket, millet, istiklâl, hâkimiyet, şeref, her ne telaffuz ediyorsak, her güzel şey yalnız ve ancak kadınlarımızın feyzi ve irfanı sayesinde hâsıl olacaktır. (Alkışlar) Hanımefendi, bundan sonra yeni Türkiye Devletinin takip edeceği programın esas noktasını bu maruzatımın özü teşkil etmesi lâzımdır ve inşallah teşkil edecektir.

Zannediyorum ki, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanması için yaptığımız teşebbüslerden bahsediliyordu. Ve biz bu teşebbüslerle meşgul iken memleketin umumi hâlinin, umumi manzarasının neden ibaret olduğunu özetliyorduk ve onun içinden düşmanlarımızı tahlil ederken temas ettiğim bir nokta münasebetiyle kadınlığa intikal ettim. Beni bu meseleye intikalde manevi yol göstericilikte bulunan da validem oldu, merhum validem oldu.

Uncategorized içinde yayınlandı | , ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (2)

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu. Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti, Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Milli Mücadele]

Tam İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal olunduğu gün idi ki, ben İstanbul’dan ayrılabilecek sebepleri temin etmiş bulunuyordum. Hakikaten ertesi gün İstanbul’dan dümeni kırık, pusulası olmayan bir vapura girdik ve uzaklaştık. O zaman benim gördüğüm vaziyet şu idi: Trakya’da ve Batı Trakya’da faaliyette bulunan cemiyetler vardı. Doğu Trakya, Batı Trakya Cemiyetleri vardı. Burada Reddi İlhak Cemiyeti kurulmuştu. Erzurum’da Müdafaai Hukuk falan diye bir cemiyet kurulmuştu. Trakya’da, Diyarbekir’de başka başka cemiyetler kurulmuştu. Bazı yerlerde isimsiz teşkilatlar vardı.

Efendim. Selçuki devleti yok olduğu zaman biliyorsunuz ki, Selçuki saltanatının kapsadığı arazide birtakım ufak ufak hükûmetler veya beylikler meydana gelmişti. On şu kadar… Bu defa böyle teşkilatlanmış hükûmetler değil fakat böyle teşekküller vücuda gelmişti. İtiraf etmek lâzımdır ki, bu teşekküllerin hepsi, vatanın tamamını kurtarmak ve milleti uğradığı bu felâketten kurtarabilmek noktasına yönelik idi. Fakat her hâlde birtakım farklar vardı. Ve yine denilebilir ki, bazı yerlerde, bazı cemiyetler artık bütün vatanın maruz kaldığı tehlikeden, felâketten kurtarılmasına maddi imkân kalmamıştır, parçalanacaktır. O parçalar içinde kalacak her insan kitlesinin de akıbeti vahimdir. Onun için hiç olmazsa kendi hayatımıza, muhitimize mesai hasredelim. Zira diğerlerine zaten yardıma imkân yoktur zihniyetinde idiler. Ve bu zihniyete kapılanların bazılarını da biliyorum. Bütün imdatları yine düşmanlarda aramak istiyorlardı. Böyle meseleler için Papaz Fru ile görüşenler vardı.

Hatırımdadır, ilk yaptığım iş, derhâl ordu ileri gelenleriyle ve mülki idareciler ile şifreli bir temas oldu. Onlara gayet açık olarak memleketin ve milletin sonu yok olma tehlikesine maruz bulunduğunu ifade ettim. Ve dedim ki: “Buna yegâne çare birleşmektedir, kuvvet birleşmektedir. Ayrı ayrı kurtuluş çaresini arayanların daha evvel yok olmaya mahkûm olacaklarını kabul etmek lâzımdır.

Teşekküre lâyıktır ki, ordumuz, kahraman evlatlarınızdan meydana gelmiş ordumuz ve onların başında bulunan çok kıymetli subaylar ve kumandanlarımız zaten bu hakikati idrak etmiş bulunuyorlardı. Zaten bunun icabına girişmiş bulunuyorlardı. Dolayısıyla böyle bir davete büyük bir samimiyetle, büyük kalp ve vicdan eğilimiyle giriştiler. Mülki amirlerden tereddüt edenlere tesadüf ettim. Fakat onların da ekserisi [çoğunluğu] çok namuskâr çıkmıştır. Fakat ben en çok ehemmiyeti doğrudan doğruya halkın kendisinde arıyordum. En büyük kuvvet kaynağının orası olduğu kanaatinde idim. Orduyu yapacak olan o idi. Her türlü kuvveti yapacak olan o idi. Bu umumi manzara karşısında en çok faal ve teşkilatlanmış olan, hedefi çok doğru görmüş olan teşekkül, burada meydana gelmiş olan teşekküldür. Reddi İlhak’ın hedefi hakikaten çok isabetle seçilmişti. Ve kendileriyle temasa geldiğim zaman, haberleşerek, bu teşkilatlanmayı daha ziyade geliştirmek için daha fazla ve daha geniş ölçüde teşebbüs almak emri verdim. Doğuda dahi, Erzurum’da dahi vaki olan teşebbüste ciddiyet vardı. Onlar da başlı başına bir kongre yapmak için icap eden hazırlıkları temin ile meşguldüler. Fakat benim düşündüğüm, arz ettiğim gibi, bütün bunları bir noktada birleştirmek olduğu için ben de Sivas Kongresi’ni düşündüm. Bu arz ettiğim karar Amasya’da verilmiştir. Ve bunu müteakiben derhâl Erzurum Kongresi’nde bizzat bulunmak üzere hareket ettim. Ben doğuya hareket ederken -belki işitmişsinizdir- bir taraftan da İstanbul’a davet ediliyordum ve diğer taraftan da o zaman Dâhiliye Nezareti makamında bulunan bir zatın umumi tebligatı ile tevkif olunmak [tutuklanmak] için takibatta bulunuyordum. İhtimal ki, bu sözlerim arasında ve içinde bir arkadaşımızın arzu ettiği cevaplar çıkacaktır.

Erzurum Kongresi’nde bariz olarak ifade edilmiş iki kelime vardı. O kelimeler “istiklâl [istiklâl] ve “hâkimiyet” kelimeleridir. (Alkışlar) Sivas Kongresi’nde -ki beş gün devam etmiştir- müzakereler çok büyük heyecanlar içinde ve biraz da tehlikeye maruz olarak geçmiştir. Çünkü İstanbul hükümeti, padişah ve halife olan zat, bendegânından [kendisine uyan] birtakım insanlara Sivas’ı basmak ve orada toplananları asmak için emir vermiştir. Biz bir taraftan kongre müzakerelerini [görüşmelerini] başarmaya çalışırken diğer taraftan da hakikaten şurada burada, kuzeyde ve güneyde toplanan menfi kuvvetlerin ve üzerimize gelmekte olan hücumların def ve reddi için tedbirler almak mecburiyetinde bırakıldık. Fakat millet hakikati hâlde mütehassis [hissen]  gerçekte bizim tarafımızda bulunuyordu.

Fakat eski idarenin ve eski idare amirlerinin emri altında bulunmaya, emirlerini infaza [yerine getirmeye] o kadar çok alışmış bulunuyorlardı ki, bir taraftan da o emirlerin tatbikinde işleyici olmaktan kendilerini alamayanlar vardı. Bir taraftan bu tehlikeler bertaraf edilirken, diğer taraftan telaffuz edilmiş olan istiklâl ve hâkimiyet Sivas Kongresi’nde dahi umumi olarak tekrar edilmiştir, teyit edilmiştir ve tespit edilmiştir. Artık anlaşılıyordu ki, tam istiklâl olmayınca bu harici düşmanların hücumlarından memleket ve milleti korumak imkânı yoktur. Ve yine ortaya çıkmıştı ki, millet hâkimiyetine sahip olmadıkça kurtuluş yoktur. Bütün harici hücumları men edebilmek için dâhilen hâkim olmak lâzımdı. Yani hâkimiyeti bizzat millet eline alması icap ediyordu. Yalnız hepimiz, itiraf etmek lâzımdır ki, hâkimiyetin nasıl alınacağını bilmiyordu. Veyahut bilenlerimiz bile hatta telaffuza cesaret edemiyordu. Çünkü asırların ve asırların beyinlerimiz üzerinde yaptığı baskılar o kadar fena izler bırakmıştı ki, bütün bu izleri silmek, yeniden bir beyaz levha yapıp onun üzerine yeni izler koymak o kadar kolay değildi. Ve zannettik ki, İstanbul’dan bertaraf edilmiş olan mebusları tekrar toplarsak ve yine bir hükümdarın elinde icra kuvvetini bırakırsak maksadı temine kâfi gelecektir. Yalnız o zaman benim düşünebildiğim bir şey vardı ki, o da hiç olmazsa bu meclis, fiilen işgal altında bulunan, kuşatma ve esaret altında bulunan İstanbul’da toplanmasın, Anadolu’nun herhangi bir yerinde toplansın. Ve o zaman bilmem ne nazırı olan bir zat, Amasya’da benimle buluştu ve kendisiyle bilhassa bu noktayı münakaşa ettim. Ve kendisi aklen ve vicdanen buna kani olduğunu ve İstanbul’a döndüğünde bunu arkadaşlarına kabul ettirmeye çalışacağını ve kabul ettiremediği takdirde kendi vicdanına aykırı hareket etmeyi namusa aykırı kabul ettiğinden, istifa edeceğini dahi söylemişti. Fakat ne teklifini kabul ettirdi ve ne de istifa etti. Neticede bu teşebbüsümüzde muvaffak olamadık. Seçilecek yeni mebusların İstanbul’a gitmesi zaruri oldu. Çünkü hiçbir kimse veyahut çoğunluk, bir Meclisi Mebusanı, bir milletin vekillerinden meydan gelen bir millî heyeti, İstanbul’u işgal etmiş bulunanların taarruza hedef tutacaklarını tahmin edemiyorlardı. İnsanlığın, hakkın küçük düşürüleceğini tahmin edemiyorlardı. Yalnız bir şeyde aldanıyorlardı.

Hakikati hâlde [hakikaten] düşmanımız yalnız hariçte bulunmuş olsaydı veyahut hariçten gelmiş olanlardan meydana gelmiş olsaydı, belki bu tahmin isabet edebilirdi.

Fakat efendiler, maatteessüf [ne yazık ki], en büyük düşmanımız, asırlardan beri bu milletin başında taç taşımış olan insanın ta kendisiydi. (Alkışlar) İşte onun yardımı ile tasavvur edilemeyen [düşünülmesi bile akla gelmeyen] canavarca hareket tatbik olunmuştur. Biliyorsunuz ki, ben de aynı Meclisi Mebusan’a gitmek için Erzurum’dan mebus olarak seçilmiştim. Fakat bu Felâketin her hâlde vaki olacağına kani idim. Onun için tercih ettiğim zamanı kazanayım ve Anadolu içinde kalayım diye İstanbul’a gitmedim. Benim İstanbul’a gitmemi arzu etmeyen iki unsur vardı. Hakiki ve samimi olarak arzu eden iki cins zihniyet vardı. Birisi İstanbul’da ismen hükûmet süren insanlar… Onlar benim İstanbul’a gitmemi ve Meclisi Mebusan içinde bulunmamı arzu etmiyorlardı. İkinci zihniyet doğrudan doğruya hakiki ırktaşlarım ve dindaşlarım idi. Bunlar da benim İstanbul’a gitmemi istemiyorlardı. Mevcudiyetimi heba ettirmemek [harcatmamak] için…

Fakat benim, uzaktan yaptığım ve yapabileceğim iki şey vardı. Birisi İstanbul’a gitmeden evvel mebusların bir defa Ankara’ya uğramalarını rica etmiştim. Maksadım onlarla İstanbul’da yapılacak hususlar hakkında fikir alışverişinde bulunmaktı. Birçok mebuslar geldiler ve kendileriyle fikir alışverişinde bulunduk ve bunun neticesinde “Misakı Millî” denilen düsturun esaslarını tespit ettik ve gidenlerin eline verdik. (Yaşasın sesleri, alkışlar) Daha sonra Meclisi Mebusan’da giymiş olduğu kisve son şekildir. Ve hepimizin muhteviyatını bütün mevcudiyetimizle müdafaaya karar verdiğimiz şekildir. Müsaade ederseniz bir şey daha size ifşa etmiş olayım.

Ben arkadaşlardan bir şey daha rica ettim. Dedim ki: “beni Meclisi Mebusan reisi seçerseniz, ben oraya gelmeyeceğim. Ve fakat beni mutlaka Meclisi Mebusan reisi seçersiniz” dedim. “Ve sebebini size söyleyeyim, siz oradan kovulacaksınız, dağılacaksınız, perişan edileceksiniz. Bu takdirde ben burada bir meclis yapabileyim ve bunu meşru olarak yapabilmem için üzerimde Meclisi Mebusan reisliği sıfatının bulunması lâzım gelir.” (Alkışlar) Bazı zavallı insanlar bunu yanlış yorumlamışlardır. Bunu adeta bir izzetinefis meselesi yapmışlardır. İstanbul’da bir meclis hâlinde toplandıktan sonra ve meclis kürsüsünden böyle alabildiğine nutuk verebilmek cesaretini kendilerinde gördüklerini zannettikten sonra demişlerdir ki: “Biz adam değil miyiz, ayıp değil mi bize ki, buraya gelmemiş olan insanı reis seçelim. Bu bizim için bir alçalmadır, kabul etmeyiz.” Ve bittabi onların dediği oldu.

Arkadaşlar, İstanbul’da meclis taarruza uğradığı gün memleketin umumi manzarasını hep beraber görmek istersek gözlerimize çarpan şudur: İzmir’e çıkarılmış olan Yunan ordusu, Reddi İlhak Cemiyeti’nin vatanperverane rehberliğiyle vücuda getirilmiş olan bir cepheyi karşısında buldu. Diğer taraftan halife ve padişah orduları da memleketin şurasına burasına çıkarılmış, Ankara’yı taarruz hedefi seçmiş bulunuyordu. Bu halife kuvvetlerinden başka memleketin her tarafında İngiliz hafiyeleri ile beraber elinde fetvayı şerif bulunan halife ve padişahın memurları, casusları dolaşıyordu. Ve yine bunlar milletimizi mahvetmek istiyor ve mahvedebilmek için de en kuvvetli silah olarak inkârı [yaptığını saklamayı, gizlemeyi, reddetmeyi], iğfali [aldatmayı, aldanmayı] ve halkı ayaklandırabilmeyi kolluyorlardı.

Ben çok mahzun [hüzünlü] bir hâlde İstanbul’da bulunan, İstanbul’da toplanmış olan ve dağılmış olan, hakarete uğramış olan insanları uzaktan gözlüyordum. Fakat onların bir araya gelmesi ve tekrar iş görebilecek kabiliyet göstermeleri biraz müşkül görünüyordu; hatta imkânsız görünüyordu. Düşünüyordum; şahsımda hiçbir kanuni salahiyet yoktu. Tavsiye ettiğim sıfatı vermemişlerdi. Fakat memleketi ve milleti o kadar çökmüş bir hâlde gördüm ki, bu manzara karşısında mutlaka hareket etmek lâzımdı ve öyle yaptım. (Alkışlar) Çünkü bu hareketimin bütün ordu tarafından ve bütün vatanperver olan, yüksek kalp ve vicdanı olan milletimiz tarafından zaten talep edilmekte olan, beklenilmekte olan bir şey olduğuna kani olmuştum. Vuku bulan teşebbüsüm, derhâl milleti yeniden ve geniş salahiyetlerle vekil seçmeye davet etmek oldu. Ve millet bu davete büyük bir aciliyetle derhâl icabet etti. Daha geniş sıfat ve salahiyetle seçtiği mebuslarını Ankara’ya gönderdi.

Bir taraftan bu seçilen mebuslar Ankara’ya gelirken diğer taraftan da halife ve padişahın irtica kuvvetleri Ankara’ya doğru yürüyordu. Nihayet bir gün bütün mebusların toplanmasını beklemeye mahal olmadığı kanaatiyle meclisi açarken, bu isyan ve rüşvet ordusu, bu irtica ve bu hilafet ve padişah ordusu da Ankara’nın sekiz saat mesafesindeki Ayaş’a gelmiş bulunuyordu. (Kahrolsunlar sesleri) Felâket on kere, bin kere büyüktü. Çünkü vatanı müdafaa edebilmek için, vatana kirli ayaklarını sokmuş düşmanı def edebilmek için muhtaç olduğumuz askeri kuvvet çok eksikti, yoktu. Çünkü hükümdar ve adamları düşmanlara, ordunun silâhlarını, toplarını, cephanesini ve her şeyi vermişti. Felâket çok büyüktü. Zira bu canice hareketi yapanlar bununla yetinmemişlerdi. Milletin vicdanına, kafasına girerek kendi kendini boğazlatmaya yol açan bir zemin hazırlamışlardı.

Memleketin her tarafında isyanlar oluyor, kanlar akıyordu. Ne için? Bir kısım halk vatanının ve hayatının tehlikeye girdiğini görüyor ve bu tehlikeyi hazırlayan düşmanlara karşı vaziyet almak istiyordu. Diğer bir kısım halk, “hayır, memleketimizi düşmanlara çiğneteceksiniz, izzetimizi, şerefimizi, namusumuzu, her şeyimizi düşmanlara karşı açık bırakacaksınız” diye uğraşmaya geliyordu. Birisini sevk eden, milletin taç ve tahtla sevinçli ve mesut ettiği, debdebe ve zenginlik içinde yaşattığı bir zat idi.

Arkadaşlar, başında taç taşıyan insanlar, tahtında oturmak sevdasını irsen duymuş olan insanlar, şüphe yok ki, hâkim olduğu memleketin mamur olduğunu ister. Ve o memleketin çok zengin olmasını ister; çünkü servet ne kadar çok olursa, kendi tacına ve kendi tahtına o kadar çok mücevherler ilâve edecek kaynağa sahip olur. Yalnız bunun için ister. Yalnız bir şartla, o da mutlaka o tahta oturacaktır ve o tacı başında tutacaktır.

Bu tahtın ve bu tacın herhangi bir şekil ve surette en ufak bir tehlikeye maruz olduğunu gördüğü zaman, onu bertaraf edebilmek için her türlü fedakârlığı yapar. Çünkü kendi şahsına ait değildir. O memlekete ve o millete aittir. Hâlbuki bu taç ve tahtın tehlikeye maruz olması, hükmettiği insanların akıldan, ferasetten, ilimden, görmekten mahrum bulunmasıyla mümkündür. Yoksa kafasını ilimle, fenle bezemiş, insanlığın ne demek olduğunu idrak etmiş olan fertlerden meydana gelmiş bir içtimai heyetin hiçbir vakitte böyle bir taç ve taht sahiplerine hizmetkârlık etmesine imkân yoktur. (Alkışlar) İşte o zaman son Osmanlı padişahı ve halife yalnız çok mundar olan o taç ve tahtını muhafaza edebilmek için en tehlikeli düşmanlarla el ele vermiş ve onların yapamayacağı, onların tesis edemeyeceği kuvvetleri tesis etmişti. Yani milletin doğrudan doğruya vicdanını harekete getirecek kuvvetleri düşmanlara vermişti. Hepiniz bilirsiniz ki, bu güzel memleketi çiğneyen ve burasını çiğnedikten sonra doğuya doğru zehirli hançerlerini saplayan Yunan ordusunun elinde, bu memleketi mahvetmek için ferman vardı, fetva vardı.

Her gün muharebe saflarımızın semasında düşman tayyareleri bu fetvaları ve bu fermanları atıyor ve diyordu ki, biz padişahınız ve halifeniz tarafından memuren geliyoruz. Ve biz onun askeriyiz ve onun askeri idik.

Zavallı millet bu kadar hain ve bu kadar zararlı olan bu mahlûkun mahiyetini anlamakta çok tereddütlü idi. Mazur yahut mazur değil, onun için bir şey diyemem, fakat tereddütlü idi. Ve halkın fikir ve hislerindeki bu tereddüt, teşebbüs erbabında dahi ihtiyatlı şekilde hareket mecburiyetini doğuruyordu.

Arkadaşlar, asırlardan beri miras alına gelen zihniyetleri, âdetleri ve ananeleri kökünden çıkarıp atabilmek için, itiraf etmelidir ki, kolay bir şey değildir; müşkül bir meseledir. Mesela, ben kendimden bahsedeyim. Benim merhum anam beni terbiye ederken bana derdi ki, “padişahta ve halifede yedi evliya kuvveti var.” Ben zaten evliyanın ne olduğunu, büyük ve üzeri yeşil örtülü birtakım mezarlara bakaraktan çıkarmak istiyordum. Her hâlde büyük bir şey, manevi, semavi bir şey gibi hatırıma gelirdi. Ve bunun yedi tanesinin kuvvetine malik olan insan ne olacaktı? Müthiş bir şey! Ve böyle bir büyüklük korkusunun ve büyüklük timsalinin hakkında söz söylemek de günahtır. Annemin de bana vermiş olduğu terbiye bu idi. Ve hiç şüphe etmem ki, çoğumuzun aldığı terbiye budur. Annemin de kabahati yoktur. Çünkü ona da annesi aynı terbiyeyi vermiş. Onun da kabahati yoktur; ona da annesi aynı terbiyeyi vermiştir. Arzu ederseniz hanımefendiler, bu noktada sorduğunuz soruya cevap vereceğim.

Uncategorized içinde yayınlandı | , , , ile etiketlendi | Yorum bırakın

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (1)

(2 Şubat 1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan İkinci Kordon’daki Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  

Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey, Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir.

Gazi Hazretlerinin konuşmasını; açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı   Devleti, Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

İzmir İktisat Kongresi’ne tahsis edilen İkinci Kordon’daki dairede

2.2.339 [1923] Cuma

Başlama: 2.30 sonra

Bitiş: 9.15 sonra

Mustafa Kemal Paşa:

Muhterem İzmir halkı, aziz hemşerilerim!

Sizi böyle yakından selamlamak benim için çok büyük bahtiyarlıktır. Bundan beş ay evvel muzaffer ordumuzun içinde buraya geldiğim zaman olduğu gibi bu defa gelişimde de bütün halkın hakkımda gösterdiği samimi tezahürat cidden bende derin hisler vücuda getirmiştir. Mümkün olsaydı bütün hemşerilerimi bir arada görerek teşekkür hislerimi arz etmek isterdim.

Fakat buna maddi imkân bulunamadığı için bugün burada hazır bulunanlara, bütün heyete ait olan teşekkürlerimi de takdim ediyorum. Hakiki, içten ve vicdani olarak…

[İzmir Bir Parola Olmuştur]

Hanımlar, efendiler!

İzmir, kırk beş asırlık bir ecdat yurdudur. Bu kadar derin bir tarihe malik olan İzmir, aynı zamanda coğrafi mevkii itibariyle, iktisadi ve siyasî bakımlardan da çok büyük önemi haizdir [ehemmiyet taşımaktadır]. Bunun için bütün memleketi ve bütün milleti mahvetmek isteyen düşmanların gözleri bu kıymetli, bu tarihi, bu ehemmiyetli şehre ve bunun civarına çevrildi. Nitekim düşmanlarımız bu güzel beldeyi çiğnediler ve daha da doğusuna geçtiler. Bu hareket yalnız İzmir’e darbe vurmakla kalmadı, bütün milletin kalbine, vicdanına hançer sapladı. Bu itibarla İzmir; bütün memleketi mahvetmek için, bütün milletin heyecanlarını dağıtmak için adeta bir parola olmuştur. Düşmanlar, İzmir’e baskı yaparken, bütün milletin vicdanı sızlıyordu. Düşmanların bu hareketi bütün milletin kalbinde, vicdanında derin bir yara, kanlı bir yara vücuda getirmişti. Ve bütün kalplerin bu elemleri, bu kederleri, bütün bu acıları ifade etmek için söylediği şey, İzmir idi. Kulaklar, daima “Ah İzmir, ah İzmir” diye dolardı. Şüphe yok, çeşitli nokta-i nazardan [muhtelif bakımlardan] çok önemli olan bu İzmir, aynı zamanda gönül çekici olan bu İzmir, düşmana bırakılamazdı ve nitekim bırakılmadı. Bugün böyle bir günde, mesut bir günde hemşerilerimle karşı karşıya bulunmak saadetini tekrar ediyorum ve saadeti daima kalbimde muhafaza edeceğim.

Hanımlar, efendiler!

Ben burada, sizin karşınızda hazırlanmış bir nutuk yapmak için bulunmuyorum. Aynı zamanda size uzun veya kısa, hazır bir konferans vermek için de bulunmuyorum. Benim sizinle bulunmaktan maksadım, doğrudan doğruya halkça, kardeşçe hasbıhâlde [sohbette] bulunmaktır. Yalnız benim değil, sizin dahi söylemenizi arzu ediyorum. Dolayısıyla bu tarzda görüşeceğiz. Diğer bir noktayı da arz edeyim. Bu dakikadaki muhatabınız [karşınızda bulunan], Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi değildir veya Başkumandan değildir; sadece bir mebus Mustafa Kemal’dir (Alkışlar) ve sizi çok seven hemşeriniz Mustafa Kemal’dir. (Alkışlar) Şimdi sözü size tekrar ediyorum. Benden ne öğrenmek istiyorsanız, ne sormak istiyorsanız, çok istirham ederim, büyük bir cesaret ve serbestlikle sorunuz. Ben de kudretim olduğu kadarıyla [elimden geldiğince] sizi tatmin etmeye uğraşacağım.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın bu teklifi üzerine, topluluktan 17 kişi çeşitli konular/meseleler hakkında sorular sormuşlardır.

Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey: Bütün vatandaşlar namına zatıâlilerine bir soru sormak istiyorum. Fakat sorumun hakkıyla dehşetini ve büyüklüğünü ve ehemmiyetini vatandaşlarıma takdir ettirmek için kısaca birkaç söz söylememe müsaade ediniz. Siz, Büyük Millet Meclisi ve yüce ordumuz bize büyük bir muzafferiyet kazandırdınız. Temiz vatan toprağını kurtardınız ve temizlediniz, vatanı kurtardınız. Bize bağımsızlığımızı, hürriyetimizi, saadetimizi iade ettiniz. Bundan dolayı söz söylemeyi fazla görüyorum. Çünkü bunu bütün millet takdir etti ve alkışladı. Fakat Paşa Hazretleri, bundan daha mühim bir vazife yapmakla büyük bir muvaffakiyet elde ettiniz ki, siz ve Büyük Millet Meclisi, o da milletin tam bağımsızlığını, hâkimiyetini, halkın hükûmetini elde etmek meselesidir. Vatan tehlikede olursa, gelecekte yine bütün millet bir birlik cephesi teşkil ederek onu müdafaa için silaha sarılır, kuvvet ile müdafaa eder.

Fakat Paşa Hazretleri, tam bağımsızlığını elde ettiğimiz halk hükûmeti mazhariyetini müdafaa ve devam ettirebilmek için henüz kâfi teşkilatımız yoktur. Bu teşkilat olmamak yüzünden, korkarım ki tehlikeli bir vaziyetteyiz. Çünkü Paşa Hazretleri bendeniz, İstanbul’da eski nazırlardan, eski paşalardan, büyük ricalden, servet sahiplerinden birçok zevat ile temas ettim ve biraz gürültücü bir adam olduğum için herkesle münakaşa ettim. Bana korku verecek şeyler söylediler, itirazlar ettiler. “Millî hâkimiyet yalnız Meclisi Mebusan’ın eline geçti. Onun üstünde bir saltanat, bir padişah, bir hükûmet kalmadı. Onları kim mesul edecek” dediler.

Efendiler, biz eğer milletin hâkimiyetini tanımıyorsak, bilmiyorsak, onu millet mesul edecek, ona milletin hâkimiyeti kâfi gelir diyebilirdik. Sonra ikinci bir itiraz yapıyorlardı; diyorlardı ki “Meclisi Mebusan’ın teşkil ettiği kabinede bağımsız bir nazır, bütün Avrupa’da oldukları gibi olmadığı için, her birini Meclisi Mebusan ayrı ayrı teşkil ediyor; bundan dolayı bir mesuliyet yoktur. Her birisi birlik ve aynı fikirde değildirler.” Sonra bizim gelenek ve inanışlarımıza da dokunarak bizi tahrik etmek istiyorlar, korkutuyorlar. Paşa Hazretleri, bu tafsilatı yapmaktan maksadım, bizim teşkilatımıza karşı bir teşkilat yoksa bile itirazlara hazırlanmış memnun olmayanlar kitleleri vardır ki, sizin bulduğunuz yeni halk hükûmeti ki kaynağından çıkan ve bütün memleketimizi bütün arazimizi sulayabilecek olan suyu yalnız kendi tarlalarına akıttırmak istiyorlar. Buna karşı vatanın ve memleketin bağımsızlığı, daimi millî hâkimiyet ile halk hükûmeti ile devam ettirebilmek için bize ne öğreteceksiniz, ne telkin edeceksiniz. Bu vatan aşkıyla, elimizdeki kıymetli ve nimetli hükûmeti nasıl devam ettirelim. Vatandaşlarımızın nazarı dikkatlerine şunu da arz ederim:

Hanımlar, efendiler, Birkaç sene evvel bir hükümdarın huzuruna değil, Babıali’de bir nazırın huzuruna çıkmak için bin türlü müşküllere maruz kalırdık. Bugün ise vatanın en büyük yüce siması olan Mustafa Kemal Paşa’ya karşı (Yaşasın sesleri, Şiddetli alkışlar) benim gibi aciz bir millet ferdi, “Paşa, bu hükûmet senin değildir bu hükûmet bizim hükûmetimiz, halkın hükûmetidir” diyebiliyoruz. (Şiddetli alkışlar) İşte bu mazhariyetimizi ve bu saadetimizi müdafaa ve muhafaza için bize akıl öğretiniz. Yarın seçim olacak; seçimlerimizde açıkgözle hareket ederek ne yapmak lâzım gelecektir bize öğretiniz.

Gazi Mustafa Kemal Paşa: Teşekkür ederim efendim. Başka efendim.

Hazır olanlardan bir şahıs: İslâm’ın kurtarıcısı; müsaadei devletleri olursa bendeleri de memleketimin ve devletin mukadderatıyla alakadar olan bir noktadaki müşkülümün hâllini zatı devletlerinden rica ediyorum. Yüce reis, bütün cihanın tasdik ettiği üzere benimle birlikte değerli hazır bulunanlar ve hatta bütün dünya büyük bir hürmetle itiraf etmektedir ki, zalim idarenin desteği ve yardımı ile memlekete girerek bu zavallı, masum milletin ellerine kelepçe, ayağına pranga vuran zalim düşmanlarımızı, siz ve zatı devletlerine destek olan arkadaşlarınız ezdi, kırdı. Millete istiklâl vaat ederek ve yol gösterici ve rehber olarak bunu da temin etti. 600 seneden beri türlü, bin türlü, hususi ve keyfi idaresiyle milleti oyuncak eden, esir eden ferdi saltanatı yıktı. Millî hâkimiyeti ilan etti. Mukadderatını millet eline aldı ve kendi mukadderatını temsilcisi olan mebuslarına verdi. Bunu da özel kanun ile tespit etti. Yarının gençliği bu muzaffer, yüce günün geleceğinden korkmakta ve tereddüttedir. Bu millete varlıklar bahşeden, köylüleri karşısına alıp büyük bir tevazu ile her türlü ihtiyaçlarını ve yaralarını dinlemek için lütfen teşrif buyuran yüce Gazi’den, bütün köylü rica ve istirham eder ki, bu millî saltanatın ebediyen bekasını temin edecek yollar ve bunlara ait hususlar tespit olunsun.

Paşa Hazretleri, Meşrutiyet’in ilanından beri kurulan meclislerimizi biliyoruz ve görüyoruz. Devletlilerince malumdur ki, halkımız cahildir ve masumdur. Bu cehalet ve masumiyetin neticesidir ki, memlekete dün mebus sıfatıyla o millet kürsüsünden hitap eden Mustafa Sabri ve emsali bugün büyük Felâketler getirmiştir. Yarını kim temin edecek ki, Mustafa Sabri veyahut o mayadaki adamlar memlekete girmesin; gençlik bunda bütün ruhuyla, bütün mevcudiyetiyle tereddüttedir. Çünkü usul olduğu üzere seçimlerimiz iki şekil üzerine cereyan etmektedir. Birincisi, zaruri olarak hükumetin müdahalesi, ikincisi birtakım hırslı şöhretlerin propaganda ve teşviki, üçüncüsü ve emsalinin propaganda ve yalanları ile teşvikleri ile oyuna sahip olmayan halkın oyunu suiistimal ile… Hükûmet, seçimlere müdahale etmiş olursa, özel kanun icabınca halkın şahsi hürriyetine tecavüz etmiş olacak ki, bu doğru olmuyor. Müdahale etmeyecek olursa, zavallı halk kendi hürriyetine, kendi oyuna sahip olmadığından, birtakımlarının elinde oyuncak oluyor ve yarın bu millete verdiğiniz bu varlığı belki herhangi bir Loyd Corc’un ve bu gibi utanmayacak şahsiyetlerin eline verecektir ki, buna da bu milletin tahammülü kalmamıştır. Yarına, bir ikinci Mustafa Kemal bulacağında tereddüttedir. (Alkışlar)

İkincisi Paşa Hazretleri, zatı devletleri her zaman büyük bir tevazu ile söylemektesiniz ki, bu milletin altı yüz seneden refah ve saadeti ve bağımsızlığı namına her türlü işkenceye, eza ve cefaya katlanan bir sınıf halk var, o da bugün belki kimsenin bakmadığı, aramadığı, sormadığı, bu zamana kadar hâllerini araştırmadığı subaylar ve memurlardır.

Paşa Hazretleri, bu millete bu bağımsızlığı temin için, zatı devletlerinin yol göstermesine ve ikazına evvelce koşan ve ondan sonra bugüne kadar vazifesini yapan, kolunu bacağını, her şeyini, bütün mevcudiyetini vermekle vazifesini yapan bu subaylar hâlâ müreffeh değildir. Buna rağmen subaylar -bütün millet bilmelidir ki- bu milletin kanıyla çizdiği Misakı Millîsini elde edinceye kadar-millet on para dahi vermese-üstündeki eşyasını satarak millî gayenin tecellisine değin, büyük Başkumandanının bir işareti üzerine daima fedakârlığa hazırdır. (Yaşasın sesleri, alkışlar) Yalnız fedakârlığına karşı ölçü ve miyar ve mikyas kabul etmeyen bu subaylar, yarın kendisi gibi evladını da süründürmek, sefil etmek, ailesini perişan etmek istemiyor. Evladını subay yapmakta, memur yapmakta, fedakârlık dersleri vermekte tereddütlüdür. Bunun da tatmin ve teminini zatı devletlerinden rica ederim Paşa Hazretleri. (Alkışlar)

Gazi Mustafa Kemal Paşa: Müsaade eder misiniz, bir şey arz edeyim. Kestirme sorular sorarsanız zamandan kazanmış oluruz.

Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi: Müsaade ederseniz bendeniz de birkaç kelime arz edeyim. Bendeniz aslen İzmirli Niyazi Efendi’nin oğluyum. Pederim sarraftır, pederimin vefatı üzerine küçük yaştan beri çektiğim işkenceler neticesinde debagat sanatında muvaffak oldum. Avrupa derilerine benzer olmak üzere deri çıkarıyorum. Sonra Bursa’da imalathanede bulundum, Paşa Hazretleri… Onun üzerine rahatsız olarak bir ay hava değişimi için buraya geldim. Düşüncelerimle birkaç sanat daha hazırladım ve bu sanatlardan da istifade etmek istiyorum. Mesela bizim memleketimizde çıkmayan bir sanat, ben bu sanatlardan da istifade edebilir miyim? Mesela bir tebeşir, mesela bir boya… Sonra tabii ben fakirim. Yalnız bu sanatları meydana getirmekle memlekete karşı hizmet etmiş olurum zannediyorum. Tabii aynı zamanda benim de geleceğim temin olunur değil mi, Paşa Hazretleri? Herkes yapabileceği işleri çıkarmakla milletine büyük hizmet etmiş olur zannediyorum. Yüksek sayenizde ümit ediyorum ki, her bir sanat, her bir şey ilerleyecektir. Sanatkârlar da müreffeh olacaktır.

Gümrük memurlarından bir efendi: Lozan Konferansı’nda delege heyetimizin Boğazlar hakkında kabul ettiği şekil bağımsızlığımıza tamamen kefil midir? Birinci sorum hu. İkincisi, Rusya ile bugün münasebetimiz nedir ve ileride nasıl olacaktır? Biz, Rusların vaziyeti hakkında tereddütlüyüz. Ruslarla İngilizler arasında kalmış olan bizler ne gibi bir yol takip edeceğiz?

Gazi Mustafa Kemal Paşa: Nasıl efendim?

Gümrük memurlarından efendi devamla: Bugün biz Ruslarla İngilizler arasında kalmışız. Bu yollardan hangisini takip edeceğiz? Sonra en ziyade bizi taciz eden şey, seçim projesinin değiştirilmesini ortaya süren Millet Meclisi’ndeki iki numaralı Müdafaai Hukuk Grubu’dur. Bu, bizim kalplerimizi vaktiyle tırmaladı ve protestolar gönderdik. Bu muhâlif grubun vaziyeti nedir? Bu hususta bizi aydınlatmanızı rica ediyorum, Paşa Hazretleri. (Alkışlar)

Kız Sultani Müdiresi Hanım: Bu muazzam inkılapta kadınlığın hareket hattı nasıl olmalıdır?

Maarif Müdürü Vasıf Bey: Paşa Hazretleri, lütfen müsaade buyurursanız gerek bendenizin beynimi az çok tereddüte sevk eden ve gerekse temas ettiğim arkadaşların beynini işgal ettiğini zannettiğim birkaç soruyu soracağım. Vahdettin’in firarı üzerine malumu devletleriniz, Osmanlı İmparatorluğu’nun öldüğü ilan edilmişti. O imparatorluk tamamen öldü mü? O imparatorluğu teşkil eden saray ve o sarayın etrafındaki menfaatperestler zümresi ve o zümrenin menfaatini temin etmek için dinî alet kabul eden zümre tamamen yıkıldı mı? Ve yeni hükûmet bu zümreleri yıkacak mıdır? Sonra Paşa Hazretleri, Osmanlı İmparatorluğu yaşarken herkeste umumi bir kanaat vardı; padişaha karşı silah atmak değil, padişahın sözünü söylerken titrememek belki bir günah idi. Görüyorsunuz ki, üç seneden beri Anadolu halkı ve köylüsü, padişahın hilafet ordusu diye gönderdiği kuvvetlere silahla karşı koydu. Ruhlarda ve fikirlerde husule gelen bu değişikliğin sebebi nedir? Bu sebepler doğrudan doğruya milletin ruhundan doğan, Türk milletinin seciyesinden doğan hakiki bir ihtiyacın mahsulü müdür? Yoksa birkaç ferdin tesiriyle meydana gelmiş bir hareket midir?

Üçüncü sorum Paşa Hazretleri, üç buçuk sene evvel İzmir’in işgaliyle haşlayan ve 16 Mart’ta İstanbul’un işgaliyle neticelenen umumi hücum karşısında Ankara’da doğan hükûmet nasıl doğmuştur? İstanbul’da hükûmet ve padişah varken ve altı yüz seneden beri Anadolu’daki halk İstanbul’a dönük olmaya alışmış iken nasıl olarak Paşa Hazretleri, Ankara’da bu kadar kudretli ve heybetli ve bu kadar cihanı hayretlere boğan bir hükûmet doğmuştur? Bunun hakiki sebepleri nedir? Az çok ve hiç şüphesiz kaniiz ki, milletin ruhundan doğan kanaatlerin mahsulüdür. Bununla beraber, lütfen bizi hususta biraz aydınlatınız.   

Hazır olanlardan bir şahıs: Paşa Hazretleri, iktisat bakımından bendeniz de birkaç söz söyleyeceğim… Millet Meclisi’nde son zamanlarda yüzde 15 vergi zammıyla hariçten ithali yasaklanan eşyanın getirilmesine müsaade meselesi müzakere olunuyor. Bu nasıl olur? Eğer memlekete, yasaklanan eşya ithal olunacak olursa, bittabi mevcut hiçbir şey revaç bulamayacaktır. Biz keçe giymeliyiz, kendi malımızı kullanmalıyız. Bu takdirde harici maddeler ile rekabet edebiliriz.

Mesela zatı devletlerine arz edeyim: Pederi acizanem Isparta’da 322 [1906] senesinde bir gülyağı fabrikası açmıştı. Bu gülyağı fabrikası, 325’te [1909] şehir haricinde sekiz tane oldu. Isparta’da birçok hâlı fabrikaları da açılmıştı. Son zamanlarda hükûmetin yardımı ile yalnız… zadeler denmekle tanınmış olan bir Ispartalının fabrikası varlığını sürdürüyor. Do/ayısıyla memlekete ithali yasak olan lüks eşyanın katiyen ithal edilmemesini rica ederim. (Alkışlar)

 Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey: Paşa Hazretleri, biz muallimler geleceğin mektepler tarafından doğurulacağına kaniiz. Eğer padişah hükûmeti yıkıldıysa ve onun yerine halkın hakkına dayanan bir hükûmet kurulmuş ise, hâlâ padişah ve saltanata dayanan ve onu aynen tatbik eden mektepler niçin devam ediyor? Millî eğitimin yetiştireceği heykel nedir? Türkiye nasıl bir çocuk istiyor? Maddesi, maneviyatı nasıl olacaktır? Yani millî eğitimin unsurları nedir? Acaba şimdiye kadar ortaya sürülen birtakım nazariyeler, yani kültür meselesi, hars meselesi ne demektir? Millî kültür zeminiyle orantılı bir kültür ne demektir? Acaba halk hükûmeti hâlâ padişah hükûmetinin prensiplerini, onun sevgisini, onun aşkını hâlâ mekteplerde aşılayan programları devam ettirecek midir? Bilhassa millî eğitimin yetiştirmekte olduğu ve yetiştirmek istediği Türk çocuğunun maddesi ve ruhu ne olacaktır? Bunun hakkında izahat istiyoruz. (Alkışlar)

Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey: Bendeniz de arkadaşını Hikmet Bey’in sorusuna küçük bir nokta ilave etmek istiyorum. Gelecekteki irfan hayatımızda medresenin mevkii ne olacaktır? Bugün fosil mevkiinde bulunan medreselerin irfan hayatı bundan sonra nasıl olacaktır? Zatıâlileri bu hususta ne düşünüyor, bunu öğrenmek istiyorum. (Alkışlar)

Muallime Melahat Hanım: Paşa Hazretleri, en büyük bir inkılabı yapan ve pek çok kadın muallimlere ihtiyacı olan bu memlekette, muallimelere olan ihtiyaçlarımızı temin etmek için ne gibi bir prensip ve nasıl tedbirler düşünülüyor. Lütfen izah buyurulur mu? (Alkışlar)

Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey: Kadınların seçimlere ve siyasî hayata karışmaları taraftarı mısınız? Bu hususta ne düşünüyorsunuz, bunu anlamak istiyorum…

Hazır bulunanlardan bir efendi: Paşam, bendeniz Aydın Demiryolu Kampanyası’ndayım. Her memlekette azami tesir yapan şey, nakliye vasıtalarıdır. Bilhassa askerlikte ve her şeyde… Dolayısıyla memleketimizde azami faydalarla açılan şirketler, pek yersiz imtiyazlara sahip olan şirketler hâlâ devam etmektedir ve hunların devam etmemesi için ne düşünüyorsunuz? (Alkışlar)

Hazır bulunanlardan bir zat: Paşa Hazretleri, zatı devletlerince teşkil edilecek olan Halk Fırkasının maarif siyaseti ne olacaktır?

Hazır olanlardan bir Musevi: Paşa Hazretleri, Türkiye’nin felâketlerine ortak, saadetleriyle mesut olan Museviler hakkındaki fikirleri?

Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey: Paşa Hazretleri, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesinde “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” “İdare usulü halkın mukadderatını bizzat idare etmesi esasına dayanır” deniyor. Bugün mevcut olan idare, hiç şüphesiz eski idare usulü sistemidir. Belediye, Müdafaai Hukuk ve daha diğer birçok seçimlerde eski idare usulüne uyularak seçimler icra edilmektedir ve seçimlerde birtakım zümre tahakkümü meydana getirilmektedir. Bunun giderilmesi için ne düşünülüyor?

Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım: Paşa Hazretleri, Türk kadınlığının ruhundaki büyük sızıyı açmak istiyorum. Türk kadınlığı, içinde öyle bir sızı, öyle bir yara ve elem saklıyor ki, gizliyor ki, bunu ancak şimdi açabiliyoruz, muhterem Paşa.

Bu kadar büyük inkılaba sebep olan büyük ve muhterem şahsiyetleri yetiştiren analar, doğuran analar veyahut kardeşlerini her zaman için sınır boylarına gönderen kadınlar, her zaman için öteden beri sefil bir hâldedir. Onların erkekler gibi hür, muhterem ve temiz bir hakkı, onların da erkekler gibi hür ve mukaddes bir hakkı olmayacak mıdır? (Alkışlar)

Hazır bulunanlardan bir efendi: İzmit’te irat buyurulan nutku devletlerinde milletin terhis edilecek subaylara pek parlak bir gelecek hazırladığını vaat buyurdunuz. Terhis edilecek subaylar bundan tamamıyla memnun oldular. Fakat Paşa Hazretleri ordunun bir de milis namıyla birkaç yüz kişilik subayları vardır. Onlar terhis edileli aylar geçtiği hâlde durumlarının iyileştirilmesi vasıtaları hazırlanmamıştır; hiçbir şeyleri düşünülmemiştir yahut düşünüldüğü hissettirilmemiştir. Bunlar için ne düşündüğünüzü sorabilir miyim?

Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey: Zatı devletlerine bir şey soracağım. Malumu devletleri, bir milletin, bir devletin esas bünyesi köylülerdir. Millî çoğunluğu teşkil ve temsil eden köylülerdir. Şehirleri besleyen köylülerdir. Ordunun yüzde seksenini teşkil eden, köylülerdir. Harp cephelerinde vücutlarını kanlı düşmanlara hedef eden köylülerdir. (Yaşa sesleri, alkışlar) Memleketi, şehirlileri besleyen köylülerdir. Bu zavallı, masum ve irfanen geri olan unsur için Millet Meclisi’mizde ne düşünülüyor? Bu unsuru çok geri görüyorum, Paşa Hazretleri. Çok zavallı görüyorum, Paşa Hazretleri. Bu unsur kuvvetlendirilmezse, durumu iyileştirilmezse hayat yoktur, Paşa Hazretleri. Bu unsur masumdur. Bunu irfanen yükseltelim. Yükseltmek için ne icap ediyorsa yapılmasını, temsil buyurduğunuz Millî Meclis namına arz ve istirham ediyorum Paşa Hazretleri. (Sürekli alkışlar)

Gazi Mustafa Kemal Paşa: Münasip görürseniz, evvela şimdiye kadar sorduğunuz sorulara cevap vereyim. Zamana göre, icap ederse başka sorular da sorabilirsiniz. (Hay hay sesleri)

Arkadaşlar, bütün sorduğunuz sorulara, sizi endişelendiren noktalara, umumi kadrolar içinde cevap vermeye çalışacağım ve muvaffak olursam çok büyük memnuniyet hissedeceğim.

[Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti]

Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı [karşılaştığı] tehlikeler ve bütün elde ettiği muvaffakiyetler, umumi bir mücadelenin dalgaları tarafından meydana gelmiştir. Herkesçe malumdur [bilinmektedir] ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması, Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla, taarruzuyla başlar.

Hanımlar, Efendiler,

Doğu kavimlerinden bahsettiğim zaman, bunların başında ve en kuvvetlisinin Türk unsuru olduğunu cümlemiz [hepimiz] hepimiz bilmeliyiz. (Yaşasın Türkler sesleri, alkışlar)

Bütün Avrupa’yı baştanbaşa çiğneyen ve Paris’e kadar giden, Türklerdir. (Alkışlar) Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lâzımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vuku bulan [yapılmış] taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti [sonu], mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.

Türklerin İslâm’dan evvel ve İslâm’dan sonraki tasarruflarını tetkik edebiliriz [inceleyebiliriz] ve bu takdirde Türk ve İslâm taarruzundan bahsedebiliriz. Türkler bilhassa İslâm olduktan sonra Avrupa’nın içine yine yeni taarruzlar yapmışlardır. Ondan evvel İslâm olarak İslâmiyet namına Batı’ya taarruz eden, Avrupa’ya taarruz eden, -biliyorsunuz- Araplardır. Fakat Batı âlemi bütün bu muvaffakiyetler ve darbeler karşısında mukabil [karşı] taarruza geçmek kati lüzumunu hissetti ve mukabil taarruza başladı. Evvela Araplara vuku bulan bu mukabil taarruz, Endülüs’te acı ve Felâket dolu bir mağlubiyetle başladı. Fakat orada bitmedi. Bütün İslâm âlemi, Afrika kuzeyinde takip oluna oluna bugüne kadar geldi. Takip devam etti ve Osmanlı Türklerine intikal etti.

Biliyorsunuz ki, Selçuki devletinin beylerinden biri olan Osman Gazi, kendi namına bir devlet teşkil etti [kurdu]. Bu noktadan başlayan Osmanlı devleti, Selçuki tacı ve tahtına konduktan sonra, İstanbul’u dahi zapt ederek [ele geçirerek] Doğu Roma İmparatorluğu’nun tacını dahi başına koydu ve altı yedi asır dünya yüzünde mevcut oldu [varlığını korudu]. Sorduğunuz sorulara temas edebilmek için bu Osmanlı tarihinin bazı noktalarını hep beraber hatırlamayı teklif edeceğim. Osmanlı devleti, yaklaşık dört sene evvel yok oldu, tarihe intikal etti. Ondan evvel mevcut olan Selçuki devleti de, Türk ve İslâm olan Selçuki devleti de tıpkı Osmanlı devleti gibi mahvoldu, yok oldu, tarihe geçti.

Efendiler, hanımlar,

Bunun sebeplerini izah edebilmek için bu devletlerin bilhassa Osmanlı devletinin takip etmek istediği umumi siyaseti hatırlatmak istiyorum. Denilebilir ki, Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen taç sahipleri [hükümdarlar], kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi [çeşit] siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi. Malumdur [bilinir] ki, harici siyasetin muvaffak olabilmesi için onun dayandığı bir dâhili teşkilat olmak lâzım gelir. Dâhili [iç] siyaset, dâhili teşkilat kuvvetli olmazsa, takip olunan harici [dış] siyasetlerin bütün muvaffakiyetleri geçicidir, derhâl sönmeye mahkûmdur.

Osmanlı devletinde göze çarpan bir iki siyaset vardır. Mesela, Fatih’in siyasetini ele alalım: Fatih, ne olursa olsun Batı Roma’yı idaresi altına almak, büyük bir imparatorluk vücuda getirmek [kurmak] istiyordu. Bütün mesaisini [çalışmalarını] bu istikamete sevk etmişti. Aslî unsur olan Türkü, yalnız bu gayenin elde edilmesi için istihdam etmişti. Böyle bir siyasetin dayandığı teşkilat ne idi? Bittabi [tabiatıyla] aslî unsur ile yetinmek ve aslî unsuru içine alan teşkilat ile yetinmek mümkün olamazdı. Bu sebeple Fatih, fethettiği bütün memleket ahalisinden istifade etmek [faydalanmak] istedi. Fakat onlar, kendi unsuru olmadığından, bittabi kendi unsuruna ait olabilecek hususlardan başka şeyleri onlara tatbik etmek [uygulamak] lâzım gelirdi. Her zapt olunan [elde edilen] yerde başlı başına ve fakat ayrı ayrı birtakım mevcudiyetler [varlıklar] yerinde bırakılmıştı. Fakat yerinde bırakılan bu mevcudiyetler âdeta bütün o imparatorluk içinde bir gün intikam almak fırsatını bekleyen ayrı ayrı bir hükûmet hâlinde idi. Nitekim fırsat çıktığında hiçbirisi istifade etmekten geri kalmadı.

Mesela diğer bir Osmanlı imparatorunun siyasetini nazarı dikkate alalım. Mesela, Selim’in siyasetini nazarı dikkate alalım. O ise bütün İslâm âlemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare etmeyi düşündü ve bunun neticesi olarak Suriye’yi zapt eti, Mısır’ı zapt etti ve Mısır’daki halifenin sıfatını da kendi şahsına ilave etti.

Fakat bundan sonra diğer bir Osmanlı hükümdarının siyasetini arayalım. Belki ikisini birden yapmak istemiştir: Hem Batı’yı zapt etmek, Viyana’ya kadar gitmek, Viyana’da mesela bir Osmanlı valisi bulundurmak; diğer taraftan da bütün İslâm âlemini birleştirmek… Böyle gayet geniş, büyük, sultanlara ve hükümdarlara yakışır bir siyaset…

Arkadaşlar, bu siyaset, Türk unsurunun hayatının, topluluğunun, saadetinin gerektirdiği bir siyaset değildir. Bu, yalnız bu milletin her nasılsa başına geçmiş ve onu nasılsa tahakkümü altına almış bir şahsın, kendi ihtirasını tatmin için tatbik ettiği bir siyaset idi. Onun için şahıslar değiştikçe, şahıslar söndükçe bu siyaset de sönmüştür. Ancak millet her birini ayrı ayrı elde etmeye çalışarak, kendi kuvvetini, kendi kudretini, her şeyini vermiş ve kendi hayatı ile ve kendi evi ile meşgul olmaya vakit bulamamıştır. Bu izahattan çıkan noktalar şudur:

Bir unsur için, bir millet için takip olunabilecek siyaset ne olmalıdır? Kendimizi ele alalım: Biz dinî bir siyaset takip edebiliriz. Biz millî bir siyaset takip edebiliriz. Veyahut hem millî ve hem de dinî bir siyaset takip edebiliriz. Dinî siyaset takip edelim dediğimiz zaman, herkesçe malum olan ifadesiyle söylemek lâzım gelirse, İslâm birliği siyaseti demektir.

Umumi olarak millî bir siyasetten bahsettiğimiz zaman Turani bir siyaset demektir veyahut her ikisi… Her İslâm için, bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilmesi mümkün olmayan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir [çekicidir]. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük Felâketlerle bulmuş olduğu bir neticedir. Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü umumi şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslâm âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. (Alkışlar) Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktır, dediğim zaman bu benim ifadem değildir; tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu nazariye, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?

Pekâlâ, biliyorsunuz ki, daha Cenabı Peygamber’in irtihalinin ertesi günü derhâl herkes, hatta her ufak kabile başka başka şeyler düşünmeye başladılar. Ve bilhassa İslâm memleketleri genişledikten sonra, Suriye’de yaşayanlar başka, Irak’ta, Mısır’da yaşayanlar başka ve her yerde yaşayanlar başka başka düşünmek mecburiyetindeydiler ve öyle düşündüler. Fakat mutlaka hepsini bir noktada toplamak isteyenler, daima aynı histe, aynı dinî histe bulunan insanları yekdiğerine çarpıştırarak yekdiğerini öldürtmekten başka ve sonu gelmeyen kan döktürmekten başka hiçbir netice alamamışlardır. Hadisenin ve tarihin ifade ettiği bu şeyi, arz ettiğim gibi ilim ve fen de kabul etmez.

Bugün başka başka muhitlerde yaşayan insanlara ve o muhitlerin vermiş olduğu zihniyete ve mizaçlara vesaireye bakılırsa, bütün bu muhtelif cinsteki insanların her hâlde aynı suretle sevk ve idaresinin mümkün olduğunu tasavvur etmek, hakikaten fenni gerçekleri reddetmek demektir ki, buna da imkân yoktur. O hâlde kendimiz için bir siyaset tasavvur edildiği zaman -ki, buna bir arkadaşımın sorusundan ilham aldım- gelecekte nasıl bir siyaseti takip edeceğiz? Gelecekte takip edeceğimiz siyaseti tespit için ben açıklıkla arz ediyorum:

Hiçbir vakitte böyle bir siyaset hatırıma gelemez. Çünkü böyle bir siyaset tatbik edilemez. Ve böyle bir siyasî istikameti takibe girişmiş olanların hepsi bizzat kahrolmuştur ve muvaffak etmek istedikleri insan kitlesini mutlaka Felâkete sevk etmişlerdir. (Alkışlar) Geniş ve şümullü [şümullü], yani Turani bir millî siyaset, efendiler (bir özür dilemek mecburiyetindeyim, efendiler dediğim zaman beyefendiler ve hanımefendiler demektir). (Alkışlar)

Türkler aynı kaynaktan doğmuşlardır. Fakat bütün dünya yüzünde, dünyanın muhtelif kıtalarında vatan sahibi olmuşlardır. Dolayısıyla bu kadar geniş bir sahada bulunan muhtelif Türk parçalarını aynı zihniyetle, yani eski zihniyetle bir noktada birleştirerek idare etmek dahi tatbik kabiliyetine sahip olmayan bir nazariyedir. Böyle bir nazariyeyi tatbik mevkiine koymak isteyenler, şimdiye kadar muvaffak olamamışlardır. Bu iki istikamet hakkında değerlendirmeler menfi [menfi] olunca, tatbik kabiliyeti olan üçüncü bir istikamete gözümüzü çevirmek lâzımdır. O da şudur:

Her insan kitlesinin, makul olan, mantıki olan bir sınır dâhilinde tamamen bağımsız, yani haricin manen ve maddeten her türlü tecavüzlerinden korunmuş olarak, müreffeh [varlıklı] ve mesut olmak için çalışmayı temin edecek bir istikamet tespit etmesi meselesi…

Efendiler, bu siyasetin içinde hem dinî siyaset vardır, hem de millî siyaset vardır. Dolayısıyla biz, karma ve fakat tatbik kabiliyeti olan, makul bir siyaset takip etmiş olmalıyız. Eğer İslâmlardan, Kur’an’ı yüceltmek dinî bir vazife olarak talep olunuyorsa, hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve fakat bütün bu kudret ve kuvvet ne kadar dimağen [akılca] yüksek olursa, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, bittabi Kur’an’ı yüceltmeyi o kadar çok iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lâzım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur.

Efendiler, Dünya yüzünde mevcut bütün İslâm âlemini bir an için gözden geçirelim: Hepsinin ne hâlde bulunduğunu zannederim ki, içimizde bilmeyen bir fert yoktur. Hepsi esirdir, sefildir ve hakiki refah ve saadetten yoksundur. Bugün dünyada bağımsızım diyen İran devleti veya Afgan devleti dahi hakiki saadetten çok uzaktır.

Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hâl ve vaziyete düştü.

Efendiler, insanlar kendiliğinden bu gibi hareketlerin faili olamaz, olmak istemez. Çünkü itiraf etmek lâzımdır ki, insanlar her şeyden evvel, evvela kendi menfaatini düşünür. Kendi hayat vasıtalarını, kendi refah ve saadet vasıtalarını temin etmemiş olan bir insanın başkalarının hayatıyla alâkadar olmasını kabul etmek o kadar mantıki değildir. İnsanların böyle düşünmesi de pek meşru ve caizdir. Yalnız meşru ve caiz olmayan, reddedilen şey, menfaatini diğerlerinin menfaatinden fazla düşünmesidir. Bu, makul seviyede oldukça caizdir. O hâlde bütün bu İslâm âlemini yok olmaya ve sefalete ve rezalete sevk eden sebepleri ve illetleri [etkenleri] tetkik edecek [inceleyecek] ve tahlil edecek olursanız, mutlaka kendi arzuları değildir. Fakat kendi hayat vasıtalarını temin ettikten sonra ve bunun pek çok üzerine çıktıktan sonra birçok insanların, kayıtsız şartsız, düşünmeksizin ve irdelemeksizin kendi arzusuna, kendi emeline tabi olduğunu gören birtakım insanların fiilleri ve hareketleridir. Hakikaten Osmanlı devletinin ve Selçuk devletinin ve ondan evvel gelmiş olan Türk ve İslâm devletlerinin idare tarzlarını tetkik edecek veya hatırlayacak olursanız, görürüz ki, mahiyeti itibariyle dediğim şekildedir. Yani millet kendi arzu ve emeli için değil, fakat başkalarının arzu ve emeli için hareket etmektedir.

Efendiler, biliyorsunuz ki, insanlarda bir arzu, bir meyletme [eğilim], bir irade vardır. Her insanda bu vardır ve bu manevi bir şeydir. O iradenin tatbik vasıtası olan diğer bir şey daha vardır ki, ona da hâkimiyet [egemenlik] derler. İnsanlar iradesine sahip olabilmek için, iradesi doğrultusunda hareket edebilmek ve çalışabilmek için mutlaka hâkimiyetine sahip olmak mecburiyetindedir. Eğer hâkimiyeti başkasına gasp ettirmiş ise, iradesinin tatbik vasıtası elinde değildir. Ona kim malik [sahip] olmuş ise, artık diğerlerinin hâkimiyetleri ellerinde değildir. Hepsinin iradesine malik olanın iradesi, umumun iradesi yerine kaimdir [geçer]. Dolayısıyla bütün mütalaaları [düşünceleri, görüşleri] bir noktada özetlemek lâzım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplulukların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine malik bulunmamış olmalarıdır. Onun başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk ve tevdi edilmiş olmasıdır. Bir içtimai heyet [içtimai heyet], bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, herhangi bir şekilde teessüs ederse etsin, her hâlde netice itibariyle Felâkete mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı. Bu düşüş birçok darbelere göğüs germeyi lüzumlu kıldı ve saldırıların neticesinde zaman zaman uyanışlar hâsıl oldu. Zaman zaman bu Felâketin önüne geçilmek için çareler düşünüldü; memlekette birçok iyileştirmek yapmak fikirleri hayal edildi ve buna teşebbüs edenler de bulundu. Mesela III. Mustafa zamanında ilk defa olmak üzere Avrupakâri [Avrupa’da olduğu gibi] bir iyileştirme nazarı dikkate alındı. Fakat o muvaffak olamadı. Ondan sonrakiler de çalıştılar, tam olarak hiçbir vakitte muvaffakiyet hâsıl olamadı. En nihayet meşrutiyeti elde etmek için yapılan inkılapta dahi muvaffakiyet hâsıl olamadı. Neden? Çünkü hâkimiyetini daima ve kayıtsız şartsız milletin elinde bulunduran bir şekil değil, fakat ya tamamen bir adamın elinde veya birkaç kişinin elinde bulundurmaktan başka bir hükûmet şekline başvurulmamıştı [girişilmemişti].

Efendiler, Osmanlı devleti tarihe karıştı. Ondan evvelki devletler de tarihe karıştı. Fakat gerek o devletleri ve gerek Osmanlı devletini tesis eden aslî unsur, hayatını muhafaza etti; daima hayatını muhafaza etti. (Alkışlar) Çünkü aslî unsurun, milletin, gerçekte kendisini sevk ve idare eden hükûmet tarzıyla, hükûmet heyetiyle, hükûmet şekliyle kati alâkası yoktu. Dolayısıyla bunların tamamı mahkûm oldukları gibi yok olmuşlardır. Ancak aslî unsurun bir zararı vardır ki, o da böyle birtakım hareketlerin faili olmakla, kendini düşünememeye mahkûm kalmasıdır. Bittabi bu zarar, çok büyük bir zarardır.

Nihayet Harbi Umumi içinde milletimizde büyük bir teyakkuz ve uyanış belirmeye başladı. Harbi Umumi’ye girerken ne olacağı belli değildi. Fakat çok büyük vaatler vardı. Az zamanda çok büyük ve parlak zaferlere nail olacağız zannediliyordu. Bunu böyle zannedenler, bu zanlarını millete kabul ettirmek için çok çalışıyorlardı. Mesela dört ay, altı ay kadar kısa bir zaman zarfında bütün bu meselelerin halledilip neticelendirilebileceği kanaati hemen hemen umumiydi. Ben ordu kumandanlıklarından birinde bulunduğum zaman ordunun açlığa ve sefalete mahkûm olduğunu gördüm. Bunu telafi ettirebilmek için icap edenlere danıştığım zaman bana dediler ki, “vakaa biz çok para vaat ettik, çok erzak vaat ettik, ama müddetin bu kadar uzayacağını bilmediğimizden vaat ettik. Yoksa müddetin bu kadar, bir sene, iki sene, üç sene, dört beş sene uzayacağını bilseydik, biz derdik ki, bu mümkün değildir.

Fakat efendiler, bunu demek isteselerdi de diyemezlerdi. Çünkü öyle bir hükûmet şekli, öyle bir idare tarzı vardı ki, hiç kimsenin o idareye karşı söz hakkı yoktu. Millet girdiği badirenin mahiyetini anlayamazdı, anlayamamakta da mazurdu. Fakat ne vakit ki, ordular, kendi memleketimizi, anavatanı, kendi evlerimizi muhafazada gevşeklik gösterip de Galiçya’da, Romanya’da, Makedonya’da, İran’da, Turı Sina çöllerinde erimeye başladı, o zaman uyanış hâsıl oldu. Nihayet umumi mağlubiyet oldu ve bir mütareke yapıldı. Belki bu mütareke ile bir dereceye kadar memleketin menfaatleri ve milletin şeref ve haysiyeti temin olunabilirdi. Yalnız artık Osmanlı devleti ve bu devleti teşkil eden millet, taarruz edenler gözünde her türlü insani haklardan yoksun görülüyordu. Bunlara karşı verilen sözü tutmamak, hiçbir şeyi icap ettirmeyebilirdi. Çünkü muhatapları hakiki hâlde [gerçekte] bir millet değildi. Belki o milletin başında ve o milleti her suretle sevk ve idare edebilir mahiyette birtakım insanlardan ibaretti. Yalnız o insanları elde etmek veyahut yalnız o insanlar üzerinde etkili olmak, hâkim olmak, memleketimiz ve milletimiz üzerinde arzu edilen baskıları yapmaya kâfi gelebilirdi. Hepimizce malumdur ki, İtilaf devletleri bu mütarekename hükümlerine katiyen riayet etmeye lüzum görmediler. İstanbul’u, Kilikya’yı ve her tarafı işgal ettiler. Ve aynı zamanda bu güzel İzmir’i de işgal ettiler. İstanbul’da ismen bir halife ve padişah ve bunun etrafında yine ismen bir hükûmet muhafaza edildi ve bunu muhafaza için çok çalıştılar. Çünkü bunları muhafaza etmek kendi menfaatları icabı idi.

Birçok acı vakalar karşısında ve zaten Harbi Umumi’nin üst üste darbeleriyle etkilenmiş olan, uyanmış olan millet ve bu milletin içinde birçok izan sahibi, çok acı düşünceler karşısında kaldılar. İki hareket tarzı vardı. Birisi yapacak hiçbir şey kalmamış olduğuna kanaat etmek; ikincisi yapacak hiçbir şey yoktur, tek bir şey kalmıştır, o da ölmek… Fakat hiç olmazsa vatan hissiyle, millet hissiyle, insanlık his ve şerefiyle ölmek… İnsan gibi ölmek, namuskârane ölmek ve bunu tercih etmek vardı. Yahut düşmanlara, bütün İslâm âlemini zincirle bağlayan ve ayakları ile çiğneyen insanlara boynumuzu uzatmak vardı. Bittabi bizim milletimiz, böyle ağır bir sefalet ve Felâkete boyun eğemezdi, uzatamazdı. Bizim umumi Felâketimiz hiçbir zamanda, hiçbir vakitte milletimizin izzet hislerinden mahrum olması neticesi değildir. Belki milleti izzet hissinden uzak tutmak isteyenlerin yapmış oldukları sahtekârane hareketlerin neticesi idi. (Alkışlar) Çok tabii olarak milletin verebileceği karar, artık dünya yüzünde yaşayacak yüzümüz kalmamıştır, mezara gömülmelidir. Efendiler, bir insan ve insanlardan meydana gelen herhangi bir içtimai heyet ölmeye karar verirse yaşamak için, behemehâl [mutlaka] yaşar. (Alkışlar) Fakat ölmemeye çalışanlar ve ölümden kaçanlar yaşamak için, mutlaka ölürler. Ölümün yalnız maddi olması bahis konusu değildir, manen dahi ölünür…

Bütün vicdan sahipleri, izan [ileri görüş] sahipleri, verilmiş olan, tabii olarak verilmesi lâzım gelen bu kararı nasıl tatbik edeceğini düşünmekle meşgul oluyordu. Ben o sıralarda İstanbul’a gelmiştim. Ondan daha evvel Adana’da bulunuyordum. Yıldırım Orduları kumandanı olarak.

Müsaade buyurursanız, bir noktaya temas etmek üzere kendimden bahsedeceğim. Ben, umumi vaziyetin felâket uçurumuna yaklaşmış olduğunu gördüm, daha çoktan görmüştüm. Yapılan itilafname [anlaşma] veya mütarekename ile de hiçbir şeyin temin edilmemiş olduğunu ve edilemeyeceğini dahi gördüm. Sonradan yapılacak olan şeyin bir an evvel yapılmasından başka bir çare olmadığında da tam kanaate vardım. Ve bunun için o zaman hilafet ve saltanat tahtında oturan zata doğrudan doğruya bir şey yazdım ve dedim ki, filan ve filan adamlardan meydana gelen bir hükûmet heyeti yapınız ve beni dedim o hükûmetin içinde başkumandan yapınız. Ve isimlerini saydığını insanların da her birine ayrı ayrı yazdım: “Herhalde bu taç sahibi ile konuşunuz, dediğim şekilde bir hükûmet heyeti yapınız ve beni de çağırınız. Bana başkumandanlık sıfatını veriniz.” Bu zavallı insanlar, bu hasis ruhlu insanlar, zannettiler ki, ben hakikaten bir başkumandanlık istiyorum. Yalnız böyle kuru bir unvanı almak arzusundayım.

Arkadaşlar, ben böyle bir unvan için o makamı istemiyordum. Ben o makamı yıkmak için oraya gitmek istiyordum. (Alkışlar, bravo sesleri)   Hakikaten benim gördüğüm manzarayı gördükten sonra yapılacak şey, derhâl bütün kuvvetimizi, bütün harp vasıtalarımızı, bütün servet kaynaklarımızı -ki İstanbul’da toplanmıştı- bunların tamamını bir an evvel Anadolu’ya atmak ve derhâl hükûmeti Anadolu’ya nakletmek ve mütarekename hükümlerine muhâlif vuku bulan en ufak bir harekele karşı derhâl kuvvet kullanmak lâzım geliyordu.  Ve ben onu yapmak istiyordum. Nitekim mütarekeyi müteakip ben Halep ve Katma arasında, ordumuzun süngüleriyle çizmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhâl süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Ve nitekim İskenderun Körfezi’ne yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş ettim. Benim bu harekâtım İstanbul’da benim dediğim kişilerin yapınış olduğu heyette tereddüt ve heyecan hâsıl elli. Benim bu müracaatıma şu yolda bir cevap verildi: Denildi ki: “İnşallah sulhtan sonra arkadaşlığımız Allah’ın lütfundan beklenir.” Bunu söyleyen zavallı insan, artık sulhun yakında vukuuna [olacağına] kanaat etmiş bir insandı. Ben de cevap vermekte tereddüt etmedim ve dedim ki, “Sizin hayal ettiğiniz sulh çok uzaktır. Ve sizin bu hâl ve vaziyetinizle böyle bir sulh temin edilemez. Çok korkarım ki, çok nefis sandalyenizin düşman tesiri altında olduğunu bizzat göreceksiniz.” Hakikaten çok geçmedi, öyle oldu.

Ve işte bunu müteakip idi ki, artık benim İstanbul’a gitmemde bir beis [sakınca] kalmadı. Orada da birçok zevat ile aynı derdi dertleştik. Fakat artık İstanbul öyle bir mahal olmuştu ki, orada bizim ruhlarımız, vicdanlarımız, arzularımız, hislerimiz faaliyete geçemezdi. Artık İstanbul, fiilen ve maddeten esir olmuştu. Düşman süngüleri her köşede ve bütün bakışları tehdit ediyordu. Düşman donanmalarının topları sağa ve sola, bütün memleketin köşelerine doğrultulmuştu. Herkes mahkûm idi. Herkes içinde padişah ve onun etrafında hükûmetim diyen insanların hepsi mahkûm idi. Herkes ve herkes mahkûm idi.

 Ancak teessüf edilecek ve lanetlenecek bir şey varsa, bu adamlar bu rezil vaziyeti hissetmiyorlardı; hissetmeyen, padişah ve halife olan zattı, onun etrafındaki menfaatperestlerdi. (Kahrolsunlar sesleri) İşte onun için artık orada yapılacak bir şey yoktu. Yapılacak şey, mutlaka anavatanın içerisine girmek ve milletin sinesine, kucağına atılmak ve onlarla hemhâl ve hemdert olarak en son kararının alınmasına teşebbüs etmekle mümkün olacaktı.

Uncategorized içinde yayınlandı | , , ile etiketlendi | Yorum bırakın