(2 Şubat1923)
GİRİŞ
T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu. Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey, Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını; açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti, Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.
—***—
[Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet]
Şimdi arz ettiğim gibi, halife ve padişah kuvvetleri Ayaş’a kadar geldiği bir sırada ve bir şey daha itiraf etmek gerekirse herkesin çok heyecanlı olduğu bir günde Ankara’da milletvekilleri toplandı. Şimdi burada toplu olduğumuz gibi… Ve bir karar verdi; o karar benim teklif ettiğim projeyi oybirliği ile kabul etmiş olmakla tayin olundu. O proje muhteviyatı, daha sonra Teşkilatı Esasiye Kanunu şeklinde tespit edildi, ilân edildi.
Arkadaşlar, yeni Türkiye devletini idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’ni bence artık izaha hacet kalmamıştır. Ancak milletimizin belki ifade edemediği ve fakat böyle el ele temas ederekten tuttuğu ve sahip olduğu hükûmetinizin mahiyetini henüz tanımayan düşmanlar vardır veyahut tanımamak isteyen düşmanlar vardır. Onun için biz bu düşmanlarımızı dâhil olduğumuz bu mesut ve çok şey vaat eden istikametteki isabete ikna edebilmek için çok söylemeyi, bundan çok bahsetmeyi, umumi millî bir vazife olarak telakki etmeliyiz. Şimdiye kadar mevcut kitapları okuyanlar bilirler ki ve okumayanlar dahi fiilen tanımakla bilirler ki, insanlar birtakım hükûmetler teşkil etmişlerdir ve teşkil ederler.
Efendiler, hükûmet teşkil etmekten maksat, bir içtimai heyetin mevcudiyetini muhafaza etmek ve o içtimai heyeti manen ve maddeten müreffeh ve mesut etmektir. İçtimai heyette insanlar bu iki şey için hükûmet teşkil etmek zarureti karşısındadırlar. Hükûmet içtimai bir ihtiyacın zaruretidir. Ve onun istilzam ettiği [gerektirdiği] bir şey vardır. Muhtelif şekil ve mahiyette birtakım hükûmetler vardır. Bildiklerimizi beraber hatırlayalım: Mutlakıyet hükûmeti vardır, meşrutiyet hükûmeti vardır, cumhuriyet hükûmeti vardır. Bugün arz sahası [dünya] üzerinde gördüğümüz şekillerdir. Fakat bütün bu isimleri iki sınıf ile ifade edebiliriz. Şahsi saltanat vardır veyahut meşruti saltanat vardır. Ben bu ifade tarzımla cumhuriyetle meşruti saltanat arasında çok ufak bir fark gördüm. Bence cumhuriyet şekli saltanatta muayyen zaman içinde değişmesi kabil olmayan salahiyetlere sahip muvakkat bir saltanat vardır. Diğerinde ise ömrü oldukça sultanlık eden ve öldükten sonra da evladına veyahut akraba ve yakınlarına miras olarak kalan sultanlık vardır. Ve ister meşruti saltanat olsun, ister cumhuriyet olsun, bunların dayandığı mahiyet, biliyoruz ki, parlamenter denilen bir şeydir. Yani kuvvetler dengesi esaslarına dayalı bir şekildir. Veyahut kuvvetler ayrılığıdır. Diğeri ise malumdur. Bir adamın, bütün bir millete hâkimlik etmesi, müstebitlik etmesi, bütün bir memleketi malikâne kabul etmesi ve milleti de kendi emrine kayıtsız şartsız tabi bir köle sürüsü olarak görmesidir.
Efendiler, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti bu saydığımız hükûmet şekillerinden hiçbirisine benzemez. Çünkü arz ettiğim gibi, onların dayandığı esas, kuvvetlerin ayrılması, kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesidir. Hâlbuki bizim hükûmetimiz kuvvetlerin birleştirilmesi esasına göre kurulmuş bir hükûmettir. Bu şekil ve mahiyette hükûmet, denilebilir ki, bugün mevcut değildir. Ancak mevcut olmayan bir şey, hiç vücut bulmamış bir şey de yapmış değiliz. İnsanlık tarihi incelenirse görülür ki, aynı mahiyette kurulmuş ve faaliyette bulunmuş hükûmet vardı. Ancak tamamen farksızdır denilemez. Kuvvetler birleştirilmesi esasına göre kurulmuş olan hükûmetimizin menfaatlerini ve faydalarını izah için, arzu ederseniz hep beraber, kuvvetlerin denkleştirilmesi esasına göre yapılmış ve mevcut olan hükûmetlerle ufak bir mukayese yapayım. Biliyorsunuz ki, bu kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesi esasen Monteskiyö [Montesqieu] tarafından ortaya konulmuş bir nazariyedir. Monteskiyö bu nazariyesini yaparken dünyada mevcut modellerden birisini aramıştır ve onu İngiltere’de bulmuştur. İngiltere’de ve her yerde krallar vardı. Krallar cümlece [herkesçe] malum [bilindiği] olduğu üzere, aynı zamanda Allah tarafından dahi kuvvetlere sahip tasavvur olunurdu. Kralların, hükümdarların, taç sahiplerinin, imparatorların şahıslarında mevcut tasavvur edilen icra kuvvetinin geri alınmasına zihinler bile meyledemeyecek kadar kökleşmiş bir hâlde bulunuyordu. O zamanın bütün filozofları, bütün kanun koyucu insanları, bütün zekâları, insanlığın selamet ve saadeti için nazariyeler düşündükleri zaman, usul düşündükleri zaman, değişmez ve değiştirilemez gibi gördükleri noktalara taarruz etmekten korkuyorlardı. Dolayısıyla Monteskiyö değişmez, sabit bir karar kabul etmişti. Bu esas noktadan hareket ederek şimdi bu kralın idare ettiği, kendi hüküm ve istibdadı altında idare ettiği milleti hakiki saadete sevk edebilmek için ne yapmak imkânı vardı. Fakat bunu düşünürken Monteskiyö dahi biliyordu ki, bu ancak ve ancak milletin hâkimiyetini millete vermekle mümkün olurdu. Fakat buna imkân tasavvur edemediğinden dolayı, bu millî hâkimiyet -ki kralın elindedir- bunun hiç olmazsa bir parçasını millete verelim; kısımlara ayıralım, kral istediği gibi hareket edemesin. Az çok milletin arzu, emel ve hâkimiyeti de kralın hareketleri üzerinde tesirli olsun ve bu surette zarar yarıya insin. İşte kuvvetlerin denkleştirilmesi nazariyesinin esasını koyan Monteskiyö’nün zihniyeti bu idi.
Arkadaşlar, bu nazariye ile bir icra heyeti -ki reisi hükümdardır- ve bir mebuslar meclisi -ki vazifesi kanun yapmaktır- sonra Fransız milleti, insanlığını, benliğini temin edebilmek için yaptığı umumi mücadelesinde muvaffak olduğunu zannetti. Ve bu muvaffakiyetini muhafaza etmek ve devam ettirebilmek için Monteskiyö nazariyesine kendi millet ve memleketinde tatbik mahalli aradı. Yalnız orada kuvvetin ikiye ayrılması kâfi görülmedi. Bir bağımsız kuvvet daha icat olundu: Adli kuvvet…
Müsaade ederseniz beş dakika teneffüs edelim.
[Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu]
Efendiler, insanlık daima ve daima birtakım zorbaların karşısında kalmıştır. İnsanlık bütün mevcudiyetini daima bu zorbaların elinden kurtulmak için sarf etmiştir. Bu zorbalar bir milletin hâkimiyetini gasp etmiş olan insanlardır. İnsanlık bazen zorbaları yıkmış, parçalamış, asmış ve kesmiştir.
Fakat maatteessüf [ne yazık ki], kurtulmuş farz edildiği noktada tekrar aldatılmıştır. Ve böyle bir gaflet, bu zavallı insanlığı daima böyle birtakım zorbaların esiri olarak yaşatmaktan geri kalmamıştır. Fakat insanlık da hiçbir zaman bu mesai istikametinde durmuş değildir. Demin ifade ettiğim nazariyenin konulduğu gün, insanlığın en sevinçli günüdür. Çünkü zorbaların elinden hâkimiyetini hiç olmazsa kısmen kurtarmış bulunuyorlardı. (Alkışlar) Ümit veren bu nazariye birçok zaman, zamanımıza kadar rağbet bulmuştu.
Jan Jak Ruso [Jean Jacques Rousseau]’nun yazdığı kitaplar da bilhassa bu nazariye üzerinedir. Fakat bu nazariyenin vaat ettiği saadet, insanlığın arzu ettiği saadet değildir. Mücadele devam ediyordu.
Biliyorsunuz ki, Amerika, bu nazariyeye dayanarak kurulmuş en büyük devletlerden birisidir. Fakat bu nazariyenin, bu kadar parlak olan bu nazariyenin Amerika’nın hayat ve insani ihtiyaçlarına tekabül edemediğini anlamak isterseniz daha dün Reisicumhur olan Vilson [Wilson]’un en son kitaplarını okuyunuz. Bu zat diyor ki: “Bu kâfi değildir. Kuvvetler dengesi olamaz ve yoktur. Kuvvetler ayrılığı esasen yanlıştır.” Dolayısıyla kuvvetlerin birleştirilmesi lâzımdır. Fransa’da da bu istikamette dimağlarını yoranlar vardır. Her yerde vardır. Millî hâkimiyeti kayıtsız şartsız milletin uhdesine vermek için bütün zekâ sahipleri, emin olabilirsiniz ki, çalışmaktadır. İnsanlığın kurtuluşunu ebedi saadet bilen herkes bu eski nazariyenin çürüdüğüne kani olmuştur. Ancak yeni bir şekil bulmak için uğraşıyor.
Efendiler, sizi ve bütün milleti tebrik ederim ki, hakiki insanların, hakiki vicdanların, yüksek zekâların arayıp henüz bulamadığı şekil ve mahiyeti bu millet bulmuştur. (Bravo sesleri. Şiddetli alkışlar) Bu son sözü izah için devletimizin Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun bazı maddelerini hep beraber gözden geçirelim. Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesi hatırımdadır, söyleyeceğim, fakat hepinizin hatırında olmalıdır. Bütün milletin hafızasında olmalıdır. Çünkü bu devleti kuran bir kanundur ve bu milleti Cenabı Hakk’ın izniyle behemehâl saadete ulaştıracak olan bir kanundur. Bunun için bütün millet fertlerimizin bu kanunu baştan sona kadar Kur’an ayetleri gibi bilmesi lâzımdır. Bu kanunun maddeleri yalnız bizler için değil, yeni okumaya yazmaya başlayan çocuklarımızın dahi alfabeyi öğrenmeden evvel dimağlarına işlenecek bir kanundur. Çünkü bizim kurtuluşumuzu temin eden bir kanundur; bir düsturdur. Bu kanunun birinci maddesi, iki fıkradan mürekkeptir [meydana gelmektedir]. Birincisi, hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. Kayıtsız ve şartsız. (Sürekli alkışlar)
Arkadaşlar! Hâkimiyet kayıtsız şartsız daima ve daima milletin uhdesinde kalacaktır. (Alkışlar) Milletin hâkimiyeti asırlarca devam eden felâketlerden, facialardan, rezaletlerden sonra başı sonu gelmeyen darbeler altında ezile ezile hurdahaş olduktan sonra idrak ettiği benliğini kullanarak, fakat çok müşkülatla elde edilebilmiştir. Bu kadar fedakârlıkla ve bilhassa bu kadar büyük teyakkuz ve uyanıştan sonra eline geçirmiş olduğu bu millî hâkimiyettir ki, demin bir arkadaşımızın sorduğu saltanatı yıkmıştır, saltanatı yıkmıştır arkadaşlar. (Alkışlar) Saltanatın yıkıldığına bu milletin hiçbir ferdinin artık şüphe etmemesi lâzımdır. (Şiddetli alkışlar) Çünkü arkadaşlar, bunu telaffuz ettiğimiz bu dakikada pekâlâ biliyoruz ki, saltanatı yıkmış olan yalnız bu kitabın yaprakları değildir. Bu söylediğimiz sözler bu kitabın içinde yazı hâlinde vücuda gelmeden evvel milletin vicdanında, ruhunda ve azminde tecelli etmiştir. (Yaşasın millet sesleri. Alkışlar) Ve millet, hakkı olan ihtiyacının bunu elde etmekte olduğunu anladıktan sonra, buna da muvaffak olabilmek için, behemehâl, başında baykuş gibi daima duran bir mevcudiyeti esasından, bütün temelleriyle, bütün asırların yerin dibine soktuğu temellerin son taşını çıkarıp havaya atmak suretiyle yapmıştır. (Bravo sesleri, alkışlar)
Dolayısıyla artık bundan sonra saltanat yıkılmış mıdır, yıkılacak mıdır gibi birtakım tereddütlü dimağlar bu milletin üç dört seneden beri bu düstura, bu hâkimiyet düsturuna dayanarak yapmış olduğu bütün fedakârlık safhalarını bir an için nazarından geçirirse emin olur, müsterih olur. Ben de bundan eminim. (Alkışlar)
Bana asıl büyük emniyeti veren, yapılmış olan şeyler değildir; yapılması lâzım olan şeylerdir ve o şeyleri yapacağımıza olan güvenimdir. Efendiler, bilirsiniz ki, her yeni şey, güzel şey, iyi şey karşısında behemehâl fena bir şey çıkar. İnsanlık hayatının hususi bir tecellisidir bu. Akis vardır ve ona dahi karşı akis vardır; tesir vardır, akis vardır. Bu itibarla tereddüdü mucip olan noktayı beraber ifade edelim. Fakat ona karşı yapacağımız şeyleri bir defa burada tekrar edelim. Hiç şüphe yok ki, milletimizin hâkimiyetini bir şahısta veyahut çok mahdut şahısların elinde tutmaktan menfaat bekleyen insanlar veyahut cahil ve gafil insanlar vardır. Zira hükümdarlar kendilerini behemehâl vehmedilmiş bir kuvvetin temsilcisi tanırlar. Bundan, böyle tanınmaktan zevk alırlar. Fakat bir adamın kendi kendini böyle tanıması hiçbir kudreti, hiçbir tesiri haiz değildir. Ancak etrafında bulunan menfaatperestler bu ifadeyi, bu arzuyu terennüm ederler, zevkle terennüm ederler. Ve bilhassa din kisvesine büründürerek ortaya atarlar, atmışlardır daima! İşte bu geniş terennümlere karşı istibdat altında bulunan, tahakküm altında bulunan milletin kulakları da hep bu terennümlerle doludur. Oraya başka bir sadâ [ses, yankı] girmez ve giremez. Ve neticede öyle bir hâl olur ki, herkes, içtimai hayatın her ferdi, o taç sahibinin, o hükümdarın ve etrafındakilerin telaffuz ve ifade ettiklerini hakikatin ta kendisi kabul eder, din icabı kabul eder, mevcudiyetin icabı kabul eder. İşte bu telakki [anlayış] devam ettikçe hakikaten başka bir şey yapmanın imkânı güç bulunabilir. Fakat bir defa o imkân hâsıl olduktan sonra, denilemez ki bu imkânı elde eden ekseriyetin [çoğunluğun] içinde memnun olmayanlar çoktur.
Daima bu güzel şeylerden -kendi fenalığı itibariyle faydalanamayacağını düşünenler- mutlaka hoşlanmazlar. Ve işte böyleleri birtakım teşebbüslerde bulunabilirler. Bu gibilere -malum- mürteci derler. Ve hareketlerine de irtica derler. Fakat çok yakın tarihi safhalarımızı de düşünürsek -ki bunu düşünmek faydalıdır; zira en ücra köşede bulunan bir köylümüz dahi bu vakalara el ile temas etmiştir- birçok misallere tesadüf ederiz. Fakat buna bütün cihan kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi telkinlerle saptırmanın ve aldatmanın imkânı kalmamıştır. Yakın felâketlerin sebepleri nedir? Ve bu tahlil olunmuştur ki bugünkü netice hâsıl olmuştur. Buna nazaran kabul etmek lâzımdır ki, bundan sonra bu milleti fetva ile yahut şu veya bu tefsir ile irticaya sevk edecek insanların bu millet içinde yeri yoktur; vardır, fakat o da ancak zindanlardır. (Bravo sesleri, alkışlar) Ben korkmadan ve çekinmeden ve tam bir katiyetle ifade ediyorum ki, millî hâkimiyetin değiştirilmesi ve karıştırılması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını talep edenler, benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, -bu hâkimiyeti almak için bu milletin yaptığı fedakârlığın icabıdır- bunları parça parça etmektir. (Alkışlar)
Efendiler, artık yetişir, bu milletin çektiği felâketler çoktur. Bu millete acımak lâzımdır. Bu milleti şunun veya bunun menfaati için şu ve şu istikametlere, karanlıklara sevk etmek ayıptır, rezalettir, günahtır. Bunu artık yaptırmayacağız. (Bravo sesleri, alkışlar)
Arkadaşlar! Birinci maddenin ikinci fıkrası, görürüz ki, “idare usulü halkın doğrudan doğruya kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi usulüne dayalıdır“. Hakikaten hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete aidiyetini temin için, milletin uhdesinde dokunulmazlığını temin için yegâne çare, idarenin halkın elinde bulunmasına bağlıdır. Şuna ve buna havale olunan idare, akıbeti malumumuz olmuştur. Ve daima öyle olmaya mahkûmdur. Fakat bu ifadeden anlaşılmasın ki, vaktiyle eski Yunanistan’daki küçük hükûmetlerde olduğu gibi veyahut Roma’da olduğu gibi bütün memleket halkı zaman zaman bir araya gelecektir ve bütün memleket ihtiyaçlarını ve hayati ihtiyaçları orada hep beraber düşüneceklerdir ve kararlarını verip talimatını yapacaklardır; böyle olmuştur çünkü. Bittabi bütün memleket halkının günlük ihtiyaçlarını terk edip bir araya gelmesine esasen maddi imkân varsa bile müşkülat çoktur ve esasen buna ihtiyaç da yoktur. Ancak mahdut olmak şartıyla ve daimi olmamak şartıyla her bakımdan emniyet ve itimat ettikleri vekillerini bir arada toplarlar ve bütün arzu, emel ve iradelerini o vasıta ile tatbik ettirirlerse bu fıkranın maksadı hâsıl olmuş olur. Yalnız bir merkezde, böyle bir heyetin toplanması da kâfi değildir.
Memleketin taksim olunduğu seçim daireleri dahi aynı idare tarzına tabi olmalıdır. Teşkilatı Esasiye Kanunu’na göre Vilayet Kanunu ve Nevahi Kanunu iyi tatbik edildiği zaman, bu dediğimiz bakış açısı ve bu nazariye, memlekette tatbik kabiliyetini tamamen bulmuş olur. Şimdi meclis, hem teşrii [kanun yapma] ve hem de icra kuvvetine malik olmakla kuvvetler birliği nazariyesini tatbik etmiş oluyor. Bu mahiyette bulunan hükûmetimiz, emin olabiliriz ki, herhangi bir istikamette, herhangi bir bakımdan düşünülürse düşünülsün, muhakeme edilirse edilsin, mevcut olmuş ve mevcut olan hükûmet şekillerinin hepsine tercih edilir. (Alkışlar) Asıl tercih sebebi, daima ve daima beynimizin en kuvvetli noktasında, en kuvvetli olarak muhafaza etmeye mecbur olduğumuz millî hâkimiyetin korunmasını temin ettiği içindir. Aynı zamanda bu hükûmet şekli, insanlığın, içtimai heyetin muhtaç olduğu refah ve saadet vasıtalarını arayan ve bulan bir şekildir. Aynı zamanda biz elhamdülillah Müslümanız, dinîn esaslarını tetkik ettiğimiz zaman onun bize ifade edebileceği şekil, yalnız ve yalnız bu hükûmet şeklidir. İsterseniz bu noktada ufak bir izah yapayım.
Biliyorsunuz ki, şer’i esaslarda, ilahi emirlerde hükûmet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir, yoktur. Yalnız hükûmetin nasıl olması lâzım geleceğine dair esaslar ifade olunmuştur. Bu esasların biri de şûradır, meclistir. Hükûmet behemehâl meclis hâlinde olmak lâzımdır. O kadar ki, bizzat Cenabı Peygamber şûrasız muamele yapmazdı, Allah tarafından men edilmişti. İkinci esas adalettir. Şûra, adaletle hükmünü icra eder. Adaletten yoksun bir hükûmet şekli kınanmıştır.
Üçüncü bir esas vardır: Ulü’l-emre itaat etmek. Maalesef [ne yazık ki], bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok kötü yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, amir demek, sultan demektir, padişah demektir; böyle başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lâzımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.
Tarihi bilenler çok iyi bilirler ki, hakikaten müstebit olan hükûmetlere ve hükümdarlara, “meşrudur” diyen ulema vardır. (Kahrolsunlar sesleri) Ve ancak böyle ulemanın tefsirleriyle ve fetvalarıyladır ki, Emevî halifeleri zamanında zalim bir saltanat kurulmuştur. Bu noktadan görüyorsunuz ki, bizim hükûmetimizin mahiyetinde bütün şartlar mevcuttur. Şunu da ikmal edeyim: Ulü’l-emirden maksat, bir adam değildir, belki çok adamlardır, çok adamlar olabilir ve onlar da zorbalıkla emredenler değildir; ilim ile fazilet ile üstün olan insanlardır. (Alkışlar) Hakikaten akıllı ve anlayışlı olanlar için çok faydalı bir şeydir, şu veya bu işte, o işlerde mütehassıs olan, engin bilgisi olan insanların sözlerine itaat. Çünkü böyle bir itaat iyiliği getirir; saadeti ve refahı getirir. Millet her bakımdan kendi menfaatlerini muhafaza edecek olan ve bu menfaatleri muhafaza etmek için lâzım gelen vasıflara ve meziyetlere sahip bulunduğunu kabul ederek seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir şuraya malik olursa ve bu şura adalet üzere hareket ederse, işte Allah’ın ve Kur’an’ın talep ettiği hükûmet odur.
Çok iftihara şayandır [değerdir] ki, milletimiz ancak 1300 sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil hâlinde göstermiş oldu. (Alkışlar)
Arkadaşlar, artık bütün cihan görmeye ve anlamaya mecburdur ki, Osmanlı İmparatorluğu tıpkı Selçuki İmparatorluğu gibi tarihe karışmıştır. Ancak milletimiz, varlığına dayanarak ve bu varlığını sonsuz muvaffakiyetler ile dolu olan, üç seneye, dört seneye sığdırılamayacak kadar parlak ve geniş bir muvaffakiyete malik olan milletimiz, yeniden bir devlet vücuda getirmiştir ki, adına “Türkiye devleti” derler. (Sürekli alkışlar) Türkiye devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti tarafından idare olunur. Ve bu meclis, kanun yapma ve icra salahiyetlerine maliktir; milletin ve memleketin yegâne hakiki mümessilidir [temsilcisidir]. Bunun hükûmetine de “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” denir.
Osmanlı devleti maatteessüf [ne yazık ki] ölmüştür. Babıali hükûmeti maatteessüf ölmüştür. Veyahut maaliftihar [iftiharla] ölmüştür. Çünkü o ölmeseydi milleti öldürecekti. (Alkışlar) Sonra İstanbul’da ikide birde terzil [rezil edilen] olunan, tahkir [hakarete uğrayan] olunan, kovulan Meclisi Mebusan yoktur, ölmüştür. (Alkışlar) Böyle her hakaret gördükçe, her hakarete tahammül gösterdikçe, milletin de hakikaten hakarete layık olduğunu ve hakarete tahammül etmekte olduğunu ispattan başka bir şeye yaramayan o Meclisi Mebusan ölmüştür ve ölmeye mahkûmdu. (Alkışlar) Onun yerine Meclisi Mebusan namı değil Türkiye Büyük Millet Meclisi geçmiştir. (Yaşasın sesleri, alkışlar)
Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun maddelerini zihnen takip ediyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi iki sene vazife yapar. Her iki senede bir defa yeniden seçilir. Bu zaman meselesi münakaşa olunabilir bir meseledir. Denilebilir ki, çok ve devamlı bir iş yapabilmek için toplantı ve oturum müddeti fazla olmalıdır. Fakat bizim çok korktuğumuz ve daima korkmakla hayatımızı kurtaracağımız bir şey vardır ki, herhangi bir şahsın, herhangi bir heyetin dahi istibdadı altında kalmaktır. Çünkü efendiler, şahıslar gibi meclisler de müstebit olur. Ve meclislerin istibdadı, şahısların istibdadından daha tehlikelidir, daha öldürücüdür. Binaenaleyh, uzun müddet iktidara sahip olmak üzere toplantı hâlinde kalacak olan mebuslar, yavaş yavaş kendilerini seçen milletin arzusundan, emellerinden, hislerinden ve fikirlerinden uzak kalır, arada bir ayrılık olur. Bir gün bakarsınız ki, millet başka türlü çalışıyor, millî emeller başkadır.
Hâlbuki üç sene ve beş sene meclisin içinde kapanmış olan insanlar adeta devletle alâkadar değilmiş, milletle alâkasızmış gibi başka türlü düşünüyor. Ve bunları milletin nam ve hesabına kaydetmek isterler ve edebilirler. Onun için, bilhassa bizim gibi canı yanmış olan bir milletin meclisi dahi her ihtimale karşı müddeti çok olmamalıdır. Bu bakımdan ne kadar az olursa bittabi [tabiatıyla] bizim için o kadar arzuya şayandır [arzu edilir]. Eğer memleketimiz seri vasıtalara sahip olsaydı, şimendiferleriyle üç beş günde toplanabilmek ihtimali olsaydı, meclis her sene değişmeli idi. Hatta denilebilirdi ki, altı ayda değişmelidir. Ta ki millet anlasın ki, millet hâkimiyetini vermemek için ve herhangi şekil ve surette vermemek için, kaptırmamak için bütün vasıflarını, bütün dikkat ve uyanıklığını temin edebilmiştir. Bu emniyeti temin edinceye kadar çok kıskanç davranacağız. Onun için müddet iki sene kabul edilmiştir. Bu, mütalaata [tetkiklere, düşüncelere, değerlendirmelere] binaen [dayanarak, yapılarak] muvafık [uygun] uygun görülmelidir.
Bir de esaslı bir nokta vardır: Meclisin yalnız toplantı zamanı tayin olunmuştur. Fakat vekillerin gelmesi hiç kimsenin, hiçbir makamın davetine bağlı değildir. Millet, vekillerini seçmiştir. Onlar kendiliklerinden gelirler, meclise girerler ve tayin olunan zamanda işlerine başlarlar. Çünkü biliyorsunuz ki, efendiler, Osmanlı hükûmeti zamanında Meclisi Mebusan’ın toplanabilmesi, hükûmetin emriyle ve daveti ile vuku bulurdu. O müstebit hükûmetlerin elinde bu vesile bulundukça çok zamanlar bu müddet tehir olunmuştur. Ve hiç davet vuku bulmaması dahi vakidir. Bu kanun maddelerinden birisi belki nazarı dikkatinizi çekmiştir. Meclise verilmiş olan vazifeleri sayıyor. Mesela, şer’i hükümlerin uygulanması, harp yapmak, sulh yapmak ve şunu bunu yapmak gibi esas haklar meclise aittir deniliyor. Esasen icra ve teşrii salahiyetine malik olan ve millet ve memleketin tam bağımsızlığını ve kayıtsız şartsız hâkimiyetini milletin uhdesinde tutmaktan ibaret olan umdeyi düstur olarak ortaya attıktan sonra memleketi mamur, milleti mesut ve müreffeh etmekten ibaret olan vazifeleri yapmak için ayrıca değişikliklerde bulunmak. Meclis için lüzumsuzdur ve hakikaten lüzumsuzdur. Ancak biliyorsunuz ki, Osmanlı meşruti saltanatındaki Kanunu Esasi’nin salahiyetlere ait olan maddeleri doğrudan doğruya milletin meşru hakkı olan, tabii hakkı olan bütün vazifeleri hükümdarlara ve halifelere vermişti. Artık millete ve cihana ve o gibi adamlara bariz [açık] bir surette anlatmak lâzım gelir ki, bu vazifeler, bu haklar asla kimseye verilemez. Çünkü milletin hakkıdır; çünkü milletin hayatıdır, şerefidir, namusudur, haysiyetidir. (Alkışlar) Bu faziletlerden ayrılmaya rıza gösteren bir milletin artık bugün bu asırda insanlık cemiyeti içinde mevkii yoktur arkadaşlar.
Böyle bir içtimai heyet, bu insanlık cemiyeti içinde mutlaka yüzüne tükürülmekten başka bir şekil ve mevcudiyet gösteremeyecektir. Bizim milletimiz, böyle aşağılık bir millet olmak tenezzülünde bulunamaz. (Alkışlar)
Arkadaşlar! Millet ve memleket için yapılması lâzım gelen bütün işler, kanun yapmak, kanuna göre şunu ve bunu icra etmek, her ne lâzım gelirse bütün bu vazifelerin yapıldığı yer, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin içidir, kendisidir. Ancak bu tam istiklâl ve millî hâkimiyetin korunması için konulmuş kati bir esastır. Fakat bu yol, bir meclis ne kadar büyük olursa millî hâkimiyeti o kadar çok temsil eder. Böyle bir meclisin yapılması tabii olan ve konulmuş kanunların dâhilinde bulunan işlerle dahi iştigal etmesi [meşgul olması] esasen lüzumsuzdur. İcrai vazifeler hakkında bir hadden sonrası için, yine kendi içinden seçtiği bir heyeti vazifelendirmektedir ki, ona biz heyeti vekile diyoruz. Heyeti vekile arkadaşlar, bir kabine değildir arkadaşlar.
Heyeti vekile, başlı başına bir mevcudiyet değildir. Heyeti vekile, umumi heyetin içinde ve onun temasında bir şeydir. Bu heyeti vekile, ancak umumi heyetten almış olduğu talimat dairesinde hareketle mükelleftir. Bunun haricine çıkamaz. Tereddüt ettiği noktada derhâl umumi heyete müracaat etmek ve alacağı yeni talimata göre hareket etmek mecburiyetindedir. Zaman zaman kulağımıza gelmiştir ki, kabine şekil ve mahiyeti daha faydalı olabilir. O da icraat sureti bakımındandır. Yani bir adam seçilsin ve o heyeti vekile reisi olsun… Hatırıma bir şey geldi. Onu hatırlatayım: Vekil demek, nazırın vekili demek değildir. Nazırın manası yoktur veyahut nazırın manası vardır. Eski müstebitlerin nezaretçisi olmak üzere… Dolayısıyla vekil doğrudan doğruya kast olunan manayı ifade eder. Onun için heyeti vekile reisi gibi bir adam seçilsin ve o kendi arkadaşlarını seçsin, itimat alsın. Bu kabine şeklinde daha çok birlik bir vaziyet olur ve daha çok çalışılır deniyor. Hâlbuki bu saydığımız olunca ve heyeti vekile meclisten çıkacak olan düstura göre, talimata göre, görüşlere göre, kanunlara göre hareket etmek mecburiyetinde olunca, birliği o küçük heyetin içinde değil, belki meclisin içinde aramak ve orada temin etmek lâzım gelir. Diğer bir şey hatırıma geldi. Bir bakıma bu tarz hükûmet başsız bir şeydir. Ve böyle olunca denge nasıl olacak? Hâlbuki başsız değildir ve dengesiz de değildir. Başsız değildir, çünkü meclisin müddeti kadar hayatı olan bir maliktir. Bir reise maliktir. Yalnız bu reisin, değişmez hükümdar gibi veyahut bir reisicumhur gibi salahiyetleri yoktur. Ve bizim memleketimiz, milletimiz için en muvafık olan budur. Eğer o baş diye seçeceğimiz adama, hatta hudutlu ve tayin edilmiş zamanda dahi olsa, değiştiremeyeceğimiz birtakım salahiyetler verirsek, bizim vaziyetimiz çok naziktir. Ufak bir zamanda, ufak bir tedbirle yine felâket mevkiine getirebilir. Dolayısıyla reisin vazifesi yalnız o makamı temsil etmekten ibaret olacaktır. Bütün hak, bütün salahiyet, milletin ve milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] bir topluluğun olacaktır. Bir şahsın olmayacaktır ve olmamalıdır. (Alkışlar)
Dengeye gelince: Yine Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda bir madde görürüz ki, o maddede üç mevcudiyet söz konusudur. Meclisten bahis olunuyor ve meclisin seçtiği bir riyaset makamından bahis olunuyor ve yine meclisin seçtiği vekillerden mürekkep bir heyeti vekileden bahis olunuyor. Ve bunlar arasında şöyle bir münasebet vardır: Meclis reisi meclisin kanunlarına imza koyar. Bu demek değildir ki, reis, meclisin çıkardığı kanunları tasdik eder. Yani meclis reisinin tasdik işareti olmadan o kanun katiyet kesbedemez [kazanamaz] fikri katiyen hatıra gelmemelidir. Böyle bir şey yoktur. Meclis kanunu yapar ve yaptım dediği gün kanun olmuştur. Reisin oraya imza koyması, meclisçe muamelesinin tamam olmuş olmasından başka bir şeye delalet [işaret] etmez. Çünkü meclisin yapacağı kanunun tasdiki sıfatını bir adama vermek demek, millî hâkimiyeti kökünden yıkmak demektir. Zaten padişahların ve halifelerin şimdiye kadar haiz [sahip] olduğu en dehşetli ve öldürücü hak ne idi? Kanunları tasdik etmekti. Bizim usulümüzde hiç kimsenin meclisten çıkan kanunu tasdik etmeye salahiyeti yoktur; tasdik etmezse bir şey olmaz. Çünkü o sadece bir işaretten ibarettir. Yine o maddede bir hak görürüz ki, meclis reisi, heyeti vekile kararlarını tasdik eder; birisinde imza koyar, heyeti vekileninkini de tasdik eder. Bu da münakaşaya açık olan bir ifadedir. Yani meclis reisi, heyeti vekile kararlarını tasdik ettikçe heyeti vekilenin mesuliyeti kalkmış olabilir. Hayır, efendiler, meclis reisi, heyeti vekilenin mesuliyetine iştirak edemez. Meclis reisinin heyeti vekile kararlarına imza koyması iki bakımdan lüzumludur.
Birincisi, heyeti vekile, umumi heyetin mahiyetinden başka bir mahiyeti haiz değildir. Heyeti vekile, arz ve izah ettiğim gibi, birtakım esaslı noktalara daima riayetkâr olarak icrai teferruatta salahiyeti haizdir. O esaslı noktalar şunlardır: Heyeti vekile, devletin ve milletin tam istiklalini ihlal edebilecek bir karar alamaz. Heyeti vekile, millî hâkimiyete zarar verecek herhangi bir karar alamaz. Heyeti vekile, umumi heyetin vermiş olduğu talimata muhalif bir karar alamaz. O hâlde koskoca bir Meclis, on kişilik bir heyeti vekile seçti. Bu on kişi bir gün bu dediğim noktalara muhalif olarak bir karar alsa ve bu kararı tatbik etse ve bu tatbikin neticesinde de biz görsek ki hâkimiyetimiz kaybolmuş, tam istiklalimiz şu noktada yaralanmıştır, bunu anlarız. Belki tedbir alınmasına da teşebbüs ederiz. Fakat Bağdat harap olduktan sonra…
Meclis ve millî hâkimiyet, bu zevatın her hareketini kontrol etmek ve teftiş altında bulundurmak mecburiyetindedir. İşte bu itibarla, meclis reisi heyeti vekilenin bütün kararlarını görecek ve tasdik edecektir. Bunun tasdiki demek, tam istiklale muhalif ve millî hâkimiyete muhalif bir şey değildir; kanun dairesindedir demek için bunu teftiş etmektir. Pekiyi… Heyeti vekilenin herhangi bir kararını meclis reisi tasdik etmezse karar olmaz mı? Hayır… Böyle bir şey yoktur. Tasdik etmediği bir noktayı, bu dediğim esasa muhalif gördüğünden dolayı tasdik etmemiştir. Ama meclis reisinin de hatası ve aldandığı noktalar olabilir. O hâlde böyle tartışmalı olan bir nokta derhâl meclise arz olunur. Meclis ne karar verirse heyeti vekile öyle hareket eder. Meclis isabet etmemiştir. Hatta etmiştir zannetmiştir: Fakat zan dahi olsa çok kıskanç olan noktalar için bu kadarcık isabetsizliğin -mademki tashihi kabildir [düzeltilmesi mümkündür]- caiz görülmesi icap eder. Bu itibarla meclis reisi aynı zamanda heyeti vekilenin de tabii reisidir. İşitmişsinizdir ki, hem meclis reisi ve hem heyeti vekile reisi nasıl olur. Yani bir şahsiyet, iki makamın nasıl reisi olur? Dolayısıyla heyeti vekile reisini başlı başına serbest bırakalım. Meclis reisinin bunlarla hiçbir alâka ve münasebeti olmasın. Bu takdirde karşımızda bir heyet kabul ederiz ve onu istediğimiz gibi hırpalar, tartışır, sarsarız, mesul ederiz. Efendiler, bu da olamaz. Çünkü bu zihniyet eski şekillere alışmış olan zihniyetlerden başka bir şey değildir. O zaman bir meclis olursa, başında bir reis; bir heyeti vekile olursa, başında bir reis; yekdiğerinden ayrı iki parça hâlinde kalır. Behemehâl bu iki parçayı bir noktada birleştirmek lâzımdır. Pekâlâ, o hâlde başka bir reis seçelim. Bu iki reisten başka bir reis seçelim. Seçelim… Fakat bu kimin reisidir? İcra kuvvetinin reisi midir? Evet dersek, o vakit bir hükümdar yaratmış oluruz ve bu hükümdarla heyeti vekile alâkadar olur ve bunun karşısında da milletle alâkadar meclistir. Hayır, öyle olmasın… Meclisin reisi mi? Evet veyahut hayır… Şimdi tetkik olunursa mademki heyeti vekile vekiller heyetinden başka bir mahiyettedir, mademki meclis hem teşrii ve hem icrai salahiyeti haiz bir meclistir, o hâlde her ikisinin reisi olmak üzere bir makam lâzımdır. Zira bu makamları, teşrii ve icrai makamları ayırdığımız zaman meclisin mahiyetini de değiştirmiş ve bozmuş oluruz. Onun için her ikisinin üzerinde bir reis lâzımdır. Fakat arz ettiğim gibi, ne reisicumhurdur, ne hükümdardır; esasen hiçbir salahiyeti yoktur. Bir bakımdan meclisin muamelesinin son bulduğunu işaret eden bir adamdır. Diğer taraftan meclisin görüşüne göre hareket edip etmediğini kontrol eder. Heyeti vekilenin kontrolörüdür. Bununla beraber, bu şeklin yapmış olduğu birlik, bir “baş” tasavvur ettirir ki, o baş şu adamın bu adamın başı değildir. Belki o baş, o meclisin manevi şahsiyetinin başıdır. Belki o baş, bütün milletin manevi mevcudiyetinin başıdır. İşte bizim muhtaç olduğumuz baş, arkadaşlar, böyle bir baştır ve biz öyle bir başa sahibiz ve biz o başa daima hürmet edeceğiz. (Alkışlar) Yalnız hiçbir kötü yorumlamaya mahal kalmaması için şunu da ilâve edeyim ki, sakın manevi olduğunu iddia eden, ilahi ve semavi olduğunu iddia eden şahısların başıyla bir münasebet ve bir benzerlik bulmayasınız. Bu, hakiki bir baştır, öteki sahte bir baştır. (Alkışlar )
Arkadaşlar, mümkün olabildiği kadar hükûmet şeklimiz ve mahiyetimiz hakkında izahatta bulundum. Bittabii bunun üzerinde daha çok söz söylenebilir. Fakat bunu şimdilik o kadar lüzumlu saymıyorum. Muhataplarım zaten bu meseleleri benim kadar idrak etmişlerdir ve benden daha çok bu hususta cihazlanmışlardır. Yalnız bir fikirle şu bahsi tamamlayalım. Bu şekil ve mahiyetin diğer mevcut olan şekiller ve mahiyetlerle mukayesesi neticesinde demek istiyorum ki, bu hükûmet iyidir. Fakat benim bu sözüm o kadar ilmi değildir. Zira hangi hükûmet iyidir, sorusu sorulsa bunun cevabı yoktur. Hangi hükûmet iyidir? Her hükûmet iyidir ve her hükûmet fenadır. Ne şu içtimai heyetin teşkil ettiği bir hükûmetin, ne bu devletin iyi veya fena olduğuna dair bir hüküm verebilmek için, hükûmet teşkilinden kastedilen hususlar ne ise onu inceleyelim. Demin bir münasebetle [yeri gelmişken] arz etmiştim ki, bir içtimai heyetin hükûmet yapmaktaki gayesi, mevcudiyetini muhafaza etmektir, refah ve saadeti temindir. Şimdi bilhassa Türklerin şimdiye kadar tesis etmiş oldukları hükûmetleri bu bakımdan inceleyelim.
Mesela, Babıâli hükûmetini ele alalım. Ne lâzımdı? Milletin mevcudiyetini muhafaza etmiş midir? Zannederim bunun cevabını vermek için kimse bir an tereddüt etmez. Osmanlı devleti ve Babıali hükûmeti meşrutiyet usulü ile beraber bu milletin mevcudiyetini muhafaza etmiş midir? Hayır… Bir şey yapmıştır: Bu milleti mezara kadar getirmiş ve bir de tekme vurmuştur. O hâlde milletin refah ve saadetini elde edebilmiş midir? Zannederim ki, bunun cevabını da vermekte, dimağımızı çok yormayacağız. Zira İzmir’den Erzurum’a kadar, Karadeniz’den Irak ve Suriye vahalarına kadar görmüş olanlar, gözlerinin şahadetiyle ve görmemiş olanlar çok kolaylıkla öğrenebilirler ki, memleketimiz baştan nihayete kadar harabezardır. İnsanların yaşayabileceği bir tek şehre malik değildir.
Arkadaşlar, köyler çerden çöpten, samandan yapılmış birtakım yerlerdir. İnsanların yaşayamayacağı yerlerdir. Diğer taraftan yolumuz yoktur, bir şeyimiz yoktur. Bir de millet cahildir, fakirdir, sefildir. Neticesi bu… O hükûmet şeklinin, o hükûmet mahiyetinin verdiği netice budur. O hâlde ilmen ve mantıken hükmetmek lâzımdır ki, o şekil ve mahiyet, bu milletin içtimai mevcudiyetine, mevcudiyetinin ihtiyaçlarına uygun düşmemiş olan bir şeydir. Eğer uygun düşseydi, netice böyle olmayacaktı. Bugünkü hükûmetin mahiyetine bakalım.
Millet, azami felâketin çukuruna getirildiği dakikada teşekkül etmiştir ve aradan henüz üç buçuk sene geçmiştir. Bu müddet zarfındaki faaliyeti, milletin mevcudiyetini muhafaza etmiş mi? Zannederim ki, olumlu cevap vermek mecburiyetindeyiz. Değil yalnız milletin mevcudiyetini muhafaza, milleti ölümden, felâketten kurtarmış ve o kadar parlak bir tecelli vermiştir ki, o mevcudiyetin tecellisinden, tezahüründen, bütün dünya hayretlere düşmüştür. (Bravo sesleri, alkışlar) Pekâlâ, milleti müreffeh ve mesut edebilmiş midir? Bunun cevabını vermekte eğer insaflı olmak istersek müşkülata düşmeyiz. Şüphe yoktur ki, asırların tahrip ettiği bir memleketi üç buçuk senede imar etmek imkânı yoktur. Asırların felâketzede kıldığı bir milleti, fakir düşürdüğü bir milleti, esasen hiçbir vaka olmamış olsaydı dahi üç buçuk senede zengin etmek kolay bir şey değildir. Yalnız milleti mesut ve müreffeh edebilmek için temin edilebilmesi lâzım gelen hakiki vasıtaları temin etmiştir. Ve bu, hiç şüphe yok millete çok şey vaat etmektedir. Ve bu vaatler o kadar kuvvetli, o kadar emniyet ve güven vericidir ki, bunda hiç kimsenin tereddüde düşmemesini bilhassa tavsiye ederim. (Alkışlar)
İşte Türkiye devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmetinin nasıl teşekkül ettiğini ifade etmeye çalıştım. Arzu ederseniz o noktadan bugüne kadar gelelim ve bu suretle de beyefendinin sorusuna ait cevabı tamamlamaya çalışayım. Hükûmetimiz, teşekkül ettiği gün, çok güzel fikirlere ve bu güzel fikirlerin fiili mevkiine [uygulamaya] konulması için çok vicdani teşebbüslere tevessül edilmiş [girişilmiş] olmakla beraber, vaziyetin maruz kıldığı imkânsızlığın da büyüklüğü önünde düşünmemek imkânsızdır…
İzmir ve civarında bekleme hâlinde bulunan Yunan ordusu doğuya doğru adımlarını uzattı. Vaka malumunuzdur. Memleket dâhilinde halife ve padişahın adamları ve kuvvetleri zavallı halkımızı birer birer yoldan çıkardılar ve kandırdılar ve ayaklandırdılar. Bunun üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti, bütün düşmanların cihazlandırmasıyla, takviyesiyle, teşvikiyle memleketimizi istilaya saldırılan canavarları tevkif etmek [durdurmak] için tedbir düşünmeye mahkûm idi. Diğer taraftan da asıl kendi hayatlarını, kendi refah ve saadetlerini kurtarmak istediği kendi ırktaşlarına, dindaşlarına karşı ayaklananları hakikate döndürebilmek için bir tedbir ve kuvvet kullanmak mecburiyetinde bulunuyordu.Hiç şüphe yok ki, düşmanlarımız milletin aldığı teşebbüsün mahiyetindeki geniş delaleti [yol göstericiliği], kuvveti, şümulü [kapsamı] gördüler. Ve milleti behemehâl öldürmekten ibaret olan kasıtlarını temin edebilmek için olan tedbirlere ve bu icra edilmiş şekle, bir an evvel son vermek icap ediyordu. Çünkü her geçen gün, bu memleket ve milletin hayatını ve kuvvetini yaratacak idi. Ve her geçen gün, onların suikastlarına bir perde çekmek suretiyle kendi kuvvetini gösterecekti. Onun için çok acele etmek lâzım gelirdi.
Düşmanlarımız bu acelecilikte kusur etmediler. Dolayısıyla bu devletin, Türkiye devletinin ve hükûmetinin hazırladığı bütün şeyler yeni yeni darbelerle yıkılmak istenildi. Ben bu vakaları burada saymayacağım. Çünkü hepsini bilirsiniz ve netice itibariyle bunları saymak lâzım gelmiyor. Bu hükûmetin mahiyeti o kadar bereketlidir ve başından, ilk gününden itibaren o kadar bereketli olmuştur ki, asırların hücumları karşısında acizlik gösteren eski Osmanlı İmparatorluğu’na karşılık, onun aciz ve miskinliğine karşılık büyük bir celadet [kahramanlık] göstermekte asla kusur etmedi. (Alkışlar)
Bana bu milletin içinde senelerce bulunmuş, bu milletin parası ile ekmeği ile yetişmiş, en büyük makamlarına çıkmış, dünyaya şöhret salmış en büyük adamlarından birisi demişti ki: “Efendi, senin maksadın, zaten harap olmuş memleketimizi nihayetine kadar harap mı ettirmektir? Bu günün akıl ve mantığının kabul ettirdiği şey, düşmanlarımızın dediğini kabul edelim. Bunun neticesinde istiklalimiz elden gidecektir; fakat zarar yok… Dünyada istiklalinden mahrum edilmiş ve fakat bir zaman sonra tekrar çalışa çalışa istiklale mazhar olmuş milletler vardır. Ne yapalım, mukadder imiş… Bir defa bunu teslim edelim, sonra elde etmeyi düşünelim.”
Ben bu zatın ismini size söylesem hayretlere düşersiniz. Ancak zamanı gelecek, bütün vakalar ve bütün sebepler söylenecektir. Ve belki söylenmek lâzımdır ki, milletimiz artık şu büyük, şu küçük, şu ortanca adammış gibi birtakım vesveselerle kendi kendini kandırmasın. Emin olasınız ki efendiler, bizi, milleti daima aldatanlar, büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan heriflerdir. (Alkışlar) Ben onlara şu cevabı vermiştim: Orta yerde namustan, şereften, istiklâlden ve hâkimiyetten yüz çevirmeyi gerektiren bir miskinlik vardır, bir alçaklık vardır. Fakat efendiler, bu miskinlik ve bu alçaklık, bu asil ve ulvi milletin kalbinde değil, senin kalbinde ve senin habis beynindedir… (Yaşa sesleri, alkışlar) Benim anladığıma, gördüğüme ve katiyen hükmettiğime göre bu millet karar vermiştir. Ya namusuyla yaşayacaktır veyahut bütün memleket yansın, yıkılsın, harap edilsin, yine bu devam edecektir. Bu memleketin en son tepesine çıkacağız. Ve orada taş taş üstünde kalmayıncaya kadar uğraşacağız ve en son nefesimizi orada teslim edeceğiz. Ancak ondan sonradır ki, düşmanlar bu memlekete sahip olabilirler. (Şiddetli ve sürekli alkışlar) Cenabı Hakk’a çok şükrederim ki, bu kanaatlerimde ve bu kanaatlerimi açıkça izah eden ifadelerimin hiçbirinde aldanmadım; hadiseler, vakalar, sözlerimi ve kanaatlerimi teyit etti. Fakat teyit olunan, benim kanaatlerim ve benim his ve fikirlerim değildir; zaten millette mevcut olan his idi, fikir idi, kanaat idi. Noksan olan, gayret yokluğundan başka bir şey değildi.
Nihayet millet, birçok zahmetlere, meşakkatlere ve yoksulluklara rağmen, bütün bir düşman dünyasına karşı asaletiyle, necabetiyle [soyluluğuyla], insanlığıyla ve yaratılışındaki kudretiyle denk [orantılı] bir misal gösterdi. (Alkışlar) Bu memleketi çiğnemek için ve bu milleti esir etmek için gelen düşman ordularını en son kıtasına kadar, en son cüzütamına [birliğine] kadar tamamen mahvetti ve bu topraklara gömdü. (Alkışlar) Milletimiz öz ve kahraman evlatlarından mürekkep [meydana gelen] ordularının muvaffakiyetleriyle, parlak muvaffakiyetleri ile ve hiçbir milletin tarihinde bir misli görülmemiş olan hareketleriyle iftihar edebilir. (Alkışlar) Fakat milletimiz daha başka bir şeyle de iftihara hak sahibidir. O da, insanlığıyla, sulh ve selamette kalmaya olan kati meyli [eğilimi] iledir ki, bunu da milletimiz ispat etmiştir. Hakikaten, muzaffer ordularımızın hiçbir hareketini, hiçbir şekil ve surette bir an durdurmaya maddi imkân mevcut olmadığı bir dakikada bize dediler ki: “Millî emellerinizi, tabii haklarınızı ve şimdiye kadar sizden esirgediğimiz ve vermediğimiz ve vermek istemediğimiz şeyleri size vereceğiz… Bunun için kavga etmeye hacet yoktur, buyurun sulh masasına.” İşte bu teklife karşı bütün millet ve bütün meclis ve hükûmetiniz, samimiyetini kullanarak muvafakat [rıza] gösterdi. Ve derhâl muzaffer ordularımız durduruldu ve beklemeye konuldu. Ve murahhas [delege] heyetimiz Lozan’a gönderildi.
Efendiler, Lozan Konferansı’nın iki aydan beri devam eden müzakerelerinin neticeleri gazetelerle intişar etmektedir [yayımlanmaktadır]. Hatta en son malumat [bilgiler] bile gazetelerinize intikal etmiş gibidir. Onun için aynı şeyleri tekrar etmekten çekineceğim… Yalnız, son günlerin tecellileri bütün millet ve memlekette menfiye daha çok meyil göstermiş mülahazalar [değerlendirmeler] doğurduğu için birkaç söz söylemek lüzumlu olacaktır. Bir iki noktaya dair arkadaşlarımızın soruları da vardır.
Arz ettiğim gibi biz, büyük bir iyi niyetle sulh ve sükûnun bir an evvel geri gelmesini temin hususundaki ciddi arzumuzla konferansa gittik. Bu arzularımız ciddiydi ve bunun delilleri barizdir [açıktır]. Çünkü memleketimizi imar etmek istiyoruz. Bu, çok çalışmayı gerektirmektedir. Ve biz milletimizi mesut ve zengin yapmak istiyoruz. Hiç şüphesiz, bunun için çok çalışmak lâzımdır. Harabeye dönmüş olan memleketler ve bu harabelerin sakinlerinden ibaret olan fakir milletimizle, itiraf edelim ki, bu asırda yaşanamaz. Hâlbuki biz yaşamak istiyoruz ve yaşamaya hakkımız, kudretimiz vardır. O hâlde bütün bu şartları unutarak serserilik yapacak kadar muhakemesiz ve mantıksız da değiliz. Böyle olmadığımızı da dört senelik harekât ile ve bunun neticeleri olan hadiseler ile bütün cihana karşı ispat ettik. Eğer biz harp ettiysek, bu, harp etmiş olmak için değil, fakat hayatımızı ve hayat vasıtalarımızı kurtarmak içindi. Ve bunun için mecbur idik, mecburuz ve mecbur ederlerse devam ederiz. (Yaşa sesleri, alkışlar) Hâlbuki arkadaşlar, muhataplarımızda aynı samimiyeti bulmadık. Bizim zihniyetimizle muhataplarımızın zihniyeti arasında büyük farklar zaten mevcut idi. Fakat gördük ki, onlar henüz zail olmamıştır [ortadan kalkmamıştır]. Aramızda esaslı farklar vardır. Ve bu, dün ve bugün tamamıyla ortaya çıkmış bulunuyor.
Efendiler! Babalarımızdan, dedelerimizden, her tanıdığımızdan işittiğimiz ve kitaplarda okuduğumuz ve ismine de Şark Meselesi denilen bir şey vardır. Bu Şark Meselesi, belki başlangıçta yaptığım bazı safhalarla intikal temin olunur bir nazariyedir. Fakat bütün o şümullü manalardan gözümüzü ayırarak bugünkü değil, dünkü vaziyete gelecek olursak, doğrudan doğruya anlaşılması lâzım gelen şey, Osmanlı Devleti’nin yıkılması, tarihten, coğrafyadan, haritadan çıkarılması, silinmesi için Garbın [Batının] duyduğu şiddetli arzu idi. Çünkü Garp öyle bir zihniyet hâsıl etmişti ki, Osmanlı Devleti’ni yıkmakla, Osmanlı Devleti’ni vücuda getiren aslî unsur da kendiliğinden yıkılmış olacaktır. Tabii çok esaslı olarak aldandıkları bir şeydi. Ancak birincisinde muvaffak oldu; Osmanlı Devleti’ni yıktı ve tarihe geçirdi. Fakat ikincisinde muvaffak olamadı, olamaz ve olamayacaktır. (Alkışlar) Ancak bunda da gafildirler. Zira bu Şark Meselesi namı altında Osmanlı Devleti’ni ve Türk unsurunu, devletler kuran, büyük imparatorluklar yaratan kuvvetli ve kudretli Türk Milleti’ni behemehâl [mutlaka] mahvetmek hususunda mevcut kanaat pek derindir. Bugünkü Avrupa diplomatlarının dimağında hâsıl olmuş bir nokta-i nazar [görüş noktası] değildir. Bundan evvel, çok ve çok evvelki zamanlarda yerleşmiştir.
Bu, adeta babadan evlada irsen intikal eden bir zihniyet, bir âdet, bir anane olmuştur. Onun için Garbın bu ananeden vazgeçmesi, bu miras alınmış zihniyeti değiştirmesi, bozması, itiraf etmek lâzım gelir ki, o kadar kolaylıkla mümkün olmamıştır ve olmayacaktır. Garp, hâlâ bir hakikati görmek ve itiraf etmek istemiyor: O da eski Osmanlı Devleti’nin mahv ve yıkılmış olduğunu ve yeni Türkiye Devleti’nin ortaya çıktığını. Ve öyle bir Türkiye ki, aslına mahsus olan tazeliğiyle, imanıyla, azmi ve kudretiyle meydana çıkmıştır. Ve bütün bu vasıflarını şimdiye kadar kendine zulmedenlere, gadredenlere ve susanlara karşı intikamını alabilmek için kullanacaktır. (Alkışlar)
Arkadaşlar, intikamdan bahsettiğim zaman zannolunmasın ki, Osmanlı Devleti’nin muhtelif devirlerinde olduğu gibi şuraya buraya hücumlar yaparak, birtakım insanların, birtakım milletlerin memleketlerine ve menfaatlerine tecavüz etmek suretiyle intikam alacağız. Hayır! Yeni Türkiye’nin ve hükûmetinin ve bunu yaratan, yapan milletin bugünkü mefkûresi o değildir. Yalnız, intikamını zalimlerin zulmünü yıkıncaya kadar kalp ve vicdanından çıkarmayacaktır. (Alkışlar) Bu cihan bizim kalbimizde ve vicdanımızda düşmanlık hissi bırakmak istemiyorsa, bizim hakkımızdaki, kalp ve vicdanındaki zulmü çıkarsın. Zulüm hissi baki kaldıkça, intikam hissi devam edecektir. (Alkışlar) Bir şairimizin söylediği güzel bir şey vardır ki, içimizde bilenler vardır:
Garbın cebin-i zalimi [korkak zalimi], affetmedim seni,
Türküm ve Müslümanım kalsam da bir kişi.
İşte efendiler, bir kişi kalsak bile behemehâl düşmanlarımızın kalbinden zulmü çıkaracağız. Ve o zaman diyeceğiz ki, kalbimizde intikam kalmamıştır. Düsturumuz bu olacaktır. (Alkışlar) İzah ettiğim gibi, muhalif zihniyette bulunan heyetler karşı karşıya geldi. Görünürde çok nazik, fakat hakikatte aynı zihniyetin mahsulleri tecelli ediyor. Biz Misakı Millî ile tespit ettiğimiz zaruri şartları elde etmeye mecburuz. Müzakereler o hâlde cereyan ederken bu esaslardan hangileri, ne dereceye kadar temin edilmiştir, tetkik edebiliriz. Mesela Misakı Millî’nin birinci maddesini hatırlarsanız, bu madde arazi ve hudut meselesidir. Hâlbuki bugünkü neticeye göre henüz muhataplarımız bugünkü millî hudutlarımız dâhilinde bulunan memleketimizin kısımlarını bize vermek istemiyorlar. Mesela. Musul ve Musul’un güneyindeki kıtayı bizim elimizden, bizim anayurdumuzdan gasp etmek istiyorlar. Aramızdaki anlaşmazlık, biz bu noktayı hallederken, bunu bir vatan meselesi, bir memleket meselesi olarak mütalaa ediyoruz; onlar ise bir petrol meselesi olarak mütalaa ediyorlar [değerlendiriyorlar]. Zihniyetteki fark bundan ibarettir. Petrolü alabilmek için bir milleti evinden kovmak istiyorlar. Bir milletin evinin bir köşesini ne olursa olsun işgal etmek istiyorlar. Aynı zamanda o köşede bu içtimai heyete örfen, hissen, dinen bağlı bir insan kitlesi vardır. Hayır, onları da esir edeceğiz, diyorlar. Biz diyoruz ki: Bu evin sahipleri bizim umum [bütün] evimizin sahipleridir ve bu ev bizim evimizin kısımlarındandır; bunu sakinlerinden soralım.
Hayır, soramayız; zira onlar adam değildir, diyorlar.
Efendiler, İngilizler, en hasis maksatlarını temin edebilmek için dünyanın en alçak hislerini ortaya koymaktan bir an ayrılmıyorlar ve kaçınmıyorlar. (Kahrolsun sesleri) Sonra, Misakı Millî’nin en mühim maddelerinden birisi de biliyorsunuz ki, kapitülasyonlar meselesidir. Vakıa [gerçi] mali kapitülasyonlar kaldırılmıştır diye bir telaffuz var. Fakat bu kaldırılmış olmakla beraber önümüze bir sıra mali meseleler koyuyorlar ve her birinin sonunda yine kapitülasyon var. Demin bir arkadaşımız dedi ki, gümrüklere yüzde şu kadar bilmem ne konuyor. Hâlbuki şu veya bu eşya girmeyecektir diye kanun varken bunu bozmak için diğer bir kanun yapılıyor.
Efendiler, ben de o arkadaşım ile hemfikir olarak düşünebilirim ki, memleketin serveti lüzumsuz yere harice çıkmasın. Bunu temin eden şey, hariçten dâhile girecek olan eşyaya gümrükler koymakla temin olunur. Devlet bu hususta serbest olmazsa, hariçten girecek mal üzerinde tesirli olmazsa ve koyacağı gümrük resminde [vergisinde] serbest olmazsa, bu mesele, kapitülasyon ruhundan hariç sayılabilir mi? Tabii hayır… İşte muhataplarımız bu ve bu gibi noktalarda bizi hâlâ kendi arzularına ram etmek [boyun eğdirmek] için icbarda [zorlamada] bulunuyorlar. O arkadaşa cevaben diyorum ki, arkadaş, bu dediğiniz mesele en mühim bir meseledir. Şöyle veya böyle olsun demekle, milletin ve onun temsilcisi olan meclis ve hükûmetinin tam istiklâl hâlinde olması lâzım gelir; tam istiklâl hâlde bulunmak lâzım gelir.
Tam istiklâl hâlinde bulunduktan sonra müspet [olumlu] veya menfi [olumsuz], faydalı veya zararlı olan şeyler hakkında hata edilirse onların düzeltilmesi kolaydır. Fakat yeter ki hariç bize bunu emretmesin. Hariç bunu şimdiye kadar emrediyordu. Ve hâlâ da emretmek istiyor ve bu emri bize kabul ettirecek sulh yapmak istiyorlar. Bizim milletimiz ve hepimiz samimi olarak sulh istiyoruz. Fakat sulhtan bahis olunduğu zaman her hâlde hakiki hayat vasıtalarımızı istiyoruz, bunu temin etmek istiyoruz demektir. Sulhun manası bizce budur. Yoksa hayat ve istiklâl vasıtalarından mahrum olan bir şekle biz sulh diyemeyiz. Şimdiye kadar çok aldatılmışızdır ve böyle laflarla aldatılmışızdır. Fakat bundan böyle hiçbir şekil ve surette aldanmamaya karar verdik ve aldanmayacağız.
Sonra adli kapitülasyonlara gelince: Adli kapitülasyonlarda muhtar [karma] mahkeme adı altında yine adli kapitülasyonları bize kabul ettirmek istiyorlar. Memlekette kaza [yargı] hakkından mahrum olmak veyahut kaza hakkında kayıtlanmış olmak, tam istiklâl ile bağdaştırılamaz. Sonra efendiler, mesela harpten ve harp tedbirlerinden doğmuş zararlara mukabil [karşılık] bizden 15 milyon altın lira tazminat istiyorlar. Buna mukabil, bütün memleketimizin Yunanlılar tarafından uğratıldığı harabiyet malumdur. Bizce malum olduğu gibi kendilerince de malumdur. Biz bu harabiyeti mamuriyeye çevirebilmek için bugün kâfi paraya malik değiliz. Harap edenlerden elbette tazminat almak lâzımdır. Hâlbuki biz istediğimiz zaman vermeyiz diyorlar ve vermeyeceğiz diyorlar. Fakat buna mukabil bize, utanmadan 15 milyon lira vereceksiniz diyorlar ve bunu altın olarak vereceksiniz diyorlar. Bizim hakkımızı vermiyor ve verdirmiyorlar. Hâlbuki insanlığa, medeniyete karşı haşin olacak derecede kirlenmiş olan bu hareket tarzının herhâlde cezası olarak verilmek lâzımdır. Eğer bu muhataplarımız, zerre kadar insanlıkla, hak ile alâkadar iseler, memleketimizde habaset [kötülük] yapan canilerin cezası verilmelidir ki, insanlık için bir numune ve bir ders olsun. İtilaf devletleri böyle bir dersin verilmesine engel oluyorlar.
Boğazlardan bahis olundu. Boğazlar, malumu alinizdir ki, Misakı Millî’de başlı başına bir madde hâlinde ifade olunur. Talep ettiğimiz, İstanbul’un ve Marmara’nın emniyeti masun [korunmuş] kalmak şartıyla Boğazları açık bulundurmaktır. Şimdiye kadar cereyan eden müzakereler neticesinde ifade olunan en son şekiller dahi bu noktayı tatmin edecek mahiyette değildir. Ve henüz kabul edilmiş değildir.
Arkadaşlar! Bilhassa bu noktada dahi aramızda en büyük fark ve uyuşmazlık onların kontrol fikrini ihtiva eden tedbirlerdir. Yalnız halledildiği bildirilen bir mesele varsa, o da esirler ve ahali mübadeleleri mukavelelerinden ibarettir. Esirlerin ve ahalinin mübadelesi mukavelelerini Yunanlılarla bizim murahhaslarımız [delegelerimiz] imza etmiş oluyorlar. Ve bu suretle Misakı Millî’mizdeki azınlık meselesi kısmen halledilmiş bulunuyor. Çünkü bu suretle de kısmen aleyhimize halledilmek istenilmiştir.
Bu verdiğim izahatın hâsıl edeceği fikir ve hisse göre yorumlanma kabiliyeti olan bir proje son günlerde murahhas heyetimize verilmiştir. Murahhas heyetimiz bu projeye karşı mukabil bir proje ortaya koyacaktır. Yalnız şimdiden söyleyebilirim ki, İtilaf Devletleri’nin bu konuda müzakerelerden ve münakaşalardan sonra vermiş oldukları sulh projesi muhteviyatı, tam istiklâl isteyen milletimiz için hiçbir vakit kabule şayan [değer] görülemez. (Alkışlar)
Arkadaşlar! Sulh istiyoruz, fakat dediğim gibi tam istiklâl istiyoruz. Sulhun manası budur. Bunu istemeye hakkımız vardır ve kudretimiz vardır. (Alkışlar) Arkadaşlar, on sene sonra, yirmi sene sonra, elli sene sonra ölmektense ve yine şimdiye kadar olduğu gibi sefil ve tahkir edilmiş bir dereceye indirildikten sonra ölmektense hiç korkmayınız, kalp ve vicdanınız açık olarak bugün ölelim ve tarih bizi böyle yazsın. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar)